Beyazın Karanlığı

07 Ekim 2020
Çeviri: .K
Düzenleme: .K
1410 Görüntülenme
Bu bölümü 0 Kişi beğendi.
Cilt 2

Bir İsmin Bedeli

Güneş battıktan sonra iki saat daha ufku izlemişti. Bunu yapmıştı çünkü şu anda yapabileceği daha iyi bir şey yoktu ve bu manzarayı seviyordu. Uyumak zaten şeytanların yapısında var olan bir şey değildi.

“Hapşu!” Boğaç, Tanya’nın titrediğini ancak o zaman fark etti.

“Üşüdüysen içeriye girebilirsin.” Dedi usulca.

“H-hayır. Hiç üşümedim!” Tanya anında cevapladı.

“Öyle mi?” Boğaç, Tanya’nın yanından ayrılmamak için yalan söylediğini biliyordu. Bu yüzden bir süre sonra yapmacıktan esnedi ve “Benim çok uykum geldi.” Dedi.

“Benim de.” Diye katıldı Tanya.

Boğaç başka bir şey söylemeden odasına doğru ilerledi. Tanya da onu peşinden takip etmişti. Tam kendi odasına girecekken kız elbisesinin kolundan tuttu.

            “Şey… Bu gece benim yanımda durur musunuz? Yalnızca bir seferlik. Ben... Karanlıktan korkuyorum da…” Boğaç kızın gözlerine baktığı anda bunun bariz bir yalan olduğunu fark etmişti. Ayrıca bir kölenin yatarken mum yakmasına falan da izin verileceği yoktu. Bir zamanlar karanlıktan korkuyor olsaydı bile bu korkuyu uzun süre önce yenmiş olmalıydı.

“Bak, seni terk etmeyeceğimi zaten kaç kez söyledim. Yani…”

“Bu evet mi demek?” diye sordu Tanya aceleyle.

Boğaç iç çekerek cevapladı. “Sanırım bir seferden bir şey olmaz.”

Yarım saat içerisinde Tanya uyuyakalmıştı. Boğaç onu uyandırmamak için üstün bir çaba göstererek yataktan kalktı ve önceden planladığı üzere Kama’nın yanına gitti. Tahmin ettiği gibi hala bıraktığı yerde, Rene’nin başında bekliyordu.

“Selam.”

Kama tepki vermeyince yanına oturdu. Tabağındaki yemeği hala yememişti. Tamam, Rene için endişeleniyor olmasını anlıyordu ama bunun da bir sınırı olması gerekiyordu.

“Sanırım aynı şey Karmen’in başına gelseydi ben de üzülürdüm.” Kama yine tepki vermeyince devam etti. “Ama en azından ona baktığım kadar kendime de bakardım. Bütün olanların üzerine bir de ben ona yardım edemeyecek durumda olsaydım işler onun için hiç iyi olmazdı.” Boğaç yerinden kalkarak Kama’nın dağıtmış olduğu depo bölümüne ilerledi. Biraz daha nacotu bulup kaynatması Rene’ye iyi gelecekti. Dağınıklığın içerisinde on dakikada ancak birkaç demet bulabilmişti ki daha fazla bulabileceğini de zannetmiyordu. Bulduklarını bir kenara ayırdıktan sonra bir demet aldı. Geriye döndüğünde ise yemeğin boş tabağı ocağın yanı başında duruyordu. ‘Her ne kadar dinlemiyor gibi görünse de…’

Boğaç bulaşığı yıkadıktan sonra ocağa biraz daha nacotu koydu ve tekrardan Kama’nın yanına oturdu. Bir süre geçtikten sonra bu sefer ilk konuşan taraf Kama olmuştu. “Bunu yapabildiğini bilmiyordum.”

“Neyi?”

“Kadim dili konuşabildiğini.”

“Ben de bilmiyordum. Normal bir şekilde konuşurken bir anda… İşler bu şekilde gelişti işte.”

Uzun bir sessizlik dalgası daha.

“Boğaç…”

“Efendim?”

“Teşekkür ederim.”

“Ne için?”

“Her şey için…”

“Dostlar bu günler için vardır…”

“Haklısın. Dostlar bu günler için vardır…” Kama hafifçe geriye yaslandı. “Eğer olur da bir gün yine kendimi kaybedersem… Rene’yi benden koruyabilir misin?”

Zaten Rene, Boğaç’ın kendisinden kat kat güçlüydü. Onu nasıl koruyabilirdi ki? Boğaç bunu düşünürken güldü. “Merak etme. Öyle bir şey olmayacak.”

Kama cevap vermek yerine öylece bekledi.

“Değil mi?” Boğaç yutkunarak sordu. Daha yeni bir ölüm kalım savaşından çıkmıştı ve mümkünse bir yenisine daha girmek istemiyordu.

“Umarım olmaz…”

            X                     X                     X                     X                     X                     X

Boğaç sabaha karşı uzun süre pişmesi gereken yemeği ocağa koymuş, Kama’nın yanından ayrılmış ve güvertenin bakımı ile ilgilenmişti. Dünkü temizlikle birleşince yeni gibi görünüyor derse yaptığı işi abartmış olmazdı.

“Efendiiiiim!” Tanya bağırarak güverteye çıktı. Ağlıyordu. Boğaç’ı gördüğü gibi yanına koştu. “Odanızda. Bulamayınca. Siz. Ben…” Kız burnunu çeke çeke konuşmaya çalışıyordu. “Beni bıraktınız sandım!”

“Seni bırakmayacağımı söylemiştim. Ama beni ‘Efendin’ olarak çağırmaya devam edersen fikrim değişebilir.”

“Ama…” Tanya birkaç saniye burnunu çektikten sonra “Ben özgür değil miyim?” diye sordu.

‘Lanet olsun. Güzel yerden yakaladı.’ Boğaç bu yaşta böyle bir düşünce yapısına sahip olmasına şaşırıyordu. Fakat kolay pes etmeyecekti. “Bak, özgür olman beni o şekilde çağırabileceğin anlamına gelmiyor.”

“Neden ki?”

“Çünkü kölelerin efendisi olur. Özgür kişilerin değil.”

“Siz olduğunuz sürece önemli değil! Eğer isterseniz…!”

“Hayır, istemiyorum. Bu tartışma burada bitti.” Boğaç doğruca içeriye yürüyecekken karşısına Alperen çıkınca duraksadı. ‘Dertlerin ardı arkası kesilmiyor….’

“Bay Boğaç… Arkadaşlarım ve ben sizden geçen günkü konuşmamız için özür diliyoruz.”

Özür dilemeleri güzel bir şeydi. Başkalarına önyargı ile yaklaşmak gibi bir hatayı fark etmiş oldukları anlamına geliyordu bu. Yine de… “Neden yalnızca sen varsın?”

“Efendim?”

“Madem hepiniz özür diliyorsunuz, neden yalnızca karşımda sen varsın?”

“Bu… Şey…”

“Eğer birisinden doğru düzgün özür dileyecekseniz bunu karşısına geçip yapmanız gerekir, haberci gibi bir başkasını göndermeniz değil!” Boğaç sesini yükselterek iç odalara gitmesini ummuştu. “Şimdi müsaade edersen…” Boğaç doğruca odasına ilerledi. Tanya da onu takip etti.

Fakat Tanya, Boğaç odasına girdiğinde içeri girmedi. Boğaç da kapıyı ardından kapayarak masasının üstüne haritayı serdi ve çalışmaya koyuldu. ‘Timsah Sırtı’ adı verilen bir bölgeye girmek üzereydiler. Denizin üzerinden çok fazla görünmeyen fakat tam da bu mevsimlerde yüzeye çok yakın duran onlarca sivri kayanın arasından geçmeleri gerekiyordu. Her ne kadar onları denizin üzerinden göremeseler de geminin altı o şeylerden birine çarparsa hiç de hoş sonuçları olmazdı.

Yarım saat kadar bir hesaplamanın ardından doğru rotayı hesaplamıştı. Aslında daha önce birçok kez yapmış olduğu bu ölçümü her seferinde tekrar yapıyordu. Bunun tek sebebi hatadan olabildiğince kaçınmak istemesiydi.

Tekrardan güverteye çıkmak için kapıyı açtığında karşısında Tanya duruyordu. “Sen… Bütün bu zamandır burada mı bekliyordun?” Tanya başını salladı. “Hiç sıkılmadın mı?”

“Ben… Yalnızca birazcık…”

“İstersen yolculuk bitene kadar odandaki kitapları okuyabilirsin.” Diye öneride bulundu Boğaç.

“Şey… Ama ben okuyamıyorum.”

“Bu sorunu bu akşam çözebiliriz istersen. Sana okumayı ve yazmayı öğretebilirim.”

“Gerçekten mi?”

“Evet, ama önce geminin batmasını engellemem gerekiyor.” Tanya’nın yanından geçerek güverteye, dümenin yanına gitti. Tanya hemen peşinden gelmişti.

Yaklaşık yarım saat kadar dümenin başında kaldıktan sonra Kama’yı kontrol etmeye gidecekken tekrardan üçlüyle karşılaştı. ‘Bu sefer üçü de gelmiş.’

Sonra üçü birden hafifçe eğildi ve “Arkandan kötü konuştuğumuz için özür dileriz.” Dedi.

“Ve?”

Üçlü bir süre sessiz kaldıktan sonra Alperen yanıtladı. “Ve hakkında düşündüklerimiz için. Seni daha tanımıyor olsak da diğer şeyler gibi…”

Uygun kelimeyi aramak için duraksadığını fark edince Boğaç onun yerine devam ettirdi. “Şeytan?”

“Diğerleri gibi olduğunu düşünmüştük.”

Boğaç kısa bir süre düşündükten sonra özürlerini kabul etmeye karar verdi. En azından hatalarını biliyorlardı. “Sorun değil, bana karşı insanların ilk tepkisi her zaman bu olmuştur…” Daha sonra yanlarından geçip kamaralara doğru ilerledi. Mutfağın içerisine girmeden önce “Yemek yiyecekseniz siz de gelseniz iyi olur.” Dedi. Üçü ve Tanya, Boğaç’ın arkasından Mutfağa girmişlerdi.

Yemek yaklaşık dört saattir pişiyordu. Normalde bir güvecin bu kadar pişmesine gerek olmasa da Boğaç tarife kendince bir şeyler eklediğinden şimdilik böylesi daha iyiydi.

Kama’nın yanından geçtikten sonra doğruca ocağa doğru ilerledi ve altını kapadı. Arkasına attığı bir bakışta üçünün de beklentiyle onu izlediğini görebiliyordu. “E hadi masaya geçin de yiyin.”

Tanya yanına yaklaştıktan sonra kısık sesle sordu. “Efendim… Ben de yiyebilir miyim?”

Masa yalnızca üç kişilikti ama bankonun üzerinde, ayakta yiyebilirdi. “Tabiki, sormana gerek bile yok.” Boğaç kendisi ve Tanya da dahil herkese birer tabaklık yemek doldurmuştu ve buna rağmen yemek artıyordu. Önce gençlere ve Kama’ya tabaklarını verdikten sonra kendisi ve Tanya için bankoya koydu.

“Efendim, bu çok güzel olmuş!”

Alperen de ekledi. “Katılıyorum, bu muhtemelen hayatımda yediğim en iyi… Adı ne ki bunun?”

“Sebzeli güveç.” Dedi Rima.

“İşte ondan… Hayatımda yediğim en iyi sebzeli güveç.”

“Sanırım bu övgüyü kabul edebilirim.” Aslında etli güveç yapmayı planlıyordu ama Kama bütün kurutulmuş etleri yemişti.

Herkes yemeğini bitirdikten sonra Boğaç tabakları topladı ve yıkamaya başladı.

Daha ilk tabağı eline almıştı ki Alperen yanına geldi ve başka bir tabağı aldı. “Yardım etsem iyi olur gibi.”

“Teşekkürler.”

“Ben de.” Rima hemen Alperen’in yanına gelerek ona yardım etmeye başladı. Alaz ise çoktan odasına çekilmişti. Üçü birlikte bütün tabak ve kaşıkları on dakikada temizlemişlerdi. Boğaç onlara basitçe teşekkür ettikten sonra Tanya ile birlikte odasına çekildi ve ona söz verdiği gibi okumayı öğretmeye başladı.

Yaklaşık bir saat sonra kız neredeyse bütün alfabeyi ezberlemişti. “Muazzam bir hafızan var.” Diye övgüde bulundu Boğaç.

“H-hayır… Sizinkiyle karşılaştırıldığında…”

‘Dalga geçiyor olmalı, değil mi? Benim hafızam bunun yanına bile yaklaşamaz.’ diye düşündü Boğaç istemsizce. Kıza yalnızca ilk birkaç harfi bir kere tanıtmış, daha sonra karıştırarak sormuştu. Tanya bunları hatasız cevaplayınca birkaç harf daha tanırmış, daha sonra eskileriyle karıştırarak okutmuştu ve bu süreci bütün harfler tamamlanana kadar tekrarlamıştı. İşin garip tarafı bütün bu bir saat boyunca Tanya bir kez bile soruyu yanlış cevaplamamıştı. ‘Acaba ona direk bütün harfleri gösterseydim, o zaman da hatasız bilebilir miydi ki?’ diye düşünmekten kendini alamadı Boğaç.

O akşamın tamamını Tanya ile kelime alıştırması yapmaya ve okumasını geliştirmeye harcamıştı. Sabaha karşı ise Tanya uyuya kalınca Boğaç onu yatağına taşımış ve Kama’yı kontrol etmeye gitmişti.

Tahmin ettiği gibi Kama hala Rene’nin başında bekliyordu. Gözlerinin altı morarmış, ve gözleri uykusuzlukla kızarmıştı. ‘Benim uykuya ihtiyacım yokken Kama’nın var mı?’ diye düşündü istemsizce. ‘Belki de insan biçiminde olduğundandır.’ Boğaç, Kama’nın kendisini böyle yorduğunu görmekten hoşlanmasa da şu anda elinden bir şey gelmezdi. Bu yüzden her sabah olduğu gibi güneşin doğuşunu izleyebilmek için güverteye çıkmaya karar verdi.

Tam kapıdan çıkacağı sırada Kama’nın “Uyanmıyor.” Demesi onu bir anlığına durdurdu.

Rene’nin ölümsüz olduğunu Kama bilmiyor olabilirdi belki, ama Boğaç biliyordu. Kama’nın neredeyse kıymaya dönmüş bir durumdan sağ kurtulduğunu görmüştü. Büyü zehirlenmesi ne kadar kötü olabilirdi k? “Şey, er yada geç uyanacaktır… Eğer bunu hızlandırmak istiyorsan nacotlarından biraz daha kaynatıp içirebilirsin. İçeride bir kenara senin için ayırmıştım.”

Bunu dediği anda Kama yerinden kalkarak Mutfağın arkasına doğru ilerledi. Geriye döndüğünde bütün nacotları elindeydi. Boğaç’ın o kadar aramasına rağmen bulamadığı birçok demeti bile Kama birkaç saniye içerisinde bulmuştu.

Büyük bir tencereyi suyla doldurduktan sonra tam hepsini içine atacaktı ki Boğaç kolunu yakalayarak onu durdurdu. “Bekle, bekle, bekle! Ne yapıyorsun?”

“Bunun onu iyileştireceğini söylemedin mi?” diye sordu Kama.

“Evet ama bu kadar fazla içerse bunun yarardan çok zararı olur.”

“Açıkla.”

“Bak, nacotlarının özü insanların midesine girdiğinde onların büyü gücüyle bir çeşit bağ kurar. Yani basitçe içlerindeki büyü gücünü emer. Nedenini bilmesem bile işe her zaman büyü zehirlenmesine sebep olan enerjiden başlıyor. Fakat bu kadar çok koyacak olursan Rene’nin bütün büyü gücünü çekmesi işten bile değil. İyi olan kısmı da, kötü olan kısmı da…”

Kama birkaç saniye düşündükten sonra. “Sorun değil.” Dedi. “Eğer büyü gücü bitecek olursa ona gerekli gücü ben verebilirim.”

Boğaç birkaç saniye bekledikten sonra Kama’nin kolunu bıraktı. En kötü ne olabilirdi ki? Sonuçta Rene ölümsüzdü. “Tamam, ama uyarmadı deme.” Daha sonra kapıdan çıkarak güneşin doğuşunu izlemeye gitti.

X                     X                     X                     X                     X                     X

‘Soğuk…’ Sanki yıllardır bu soğuk, siyah büyü denizinin içerisinde yüzüyordu. Tenine değen her bir su damlası öylesine acı veriyordu ki artık delirmek üzereydi. Buna hala dayanabiliyor olmasının tek sebebi geriye döndüğünde Kama’ya söylemek istediği şeylerdi. Ona karşı aşırı tepki vermiş, çok acı çekmesin sağlamış ve hatta onu bir kez öldürmüştü. Nasıl bir özür bu yaptıklarını affettirebilirdi ki?

Tamam, Kama da onun birkaç kişiyi öldürmesini sağlamıştı fakat o bunun karşılığında –o sırada transta olduğu için- hiçbir acı çekmemişti. Yalnızca yemini bozulmuş ve isminin gücünü kaybetmişti.

‘İsmimi kaybettim… Onu korumak için uğraştığım onca yıldan sonra…’ Kama’ya o şekilde davranmış olması bunu geri getirmemişti. Getirmeyeceğini başından beri biliyordu.

‘Lanet olsun… Çok aptalım…’ Kaç kez bunu tekrarlamış olursa olsun üzerindeki yük hafiflemiyordu.

Burada geçirdiği süre boyunca birkaç kez nereden geldiğini bilmediği bir yardım almıştı. Garip bir his bedenini kaplıyor, daha sonra denizin içerisindeki büyü ufak bir miktar azalıyordu. Bununla birlikte çektiği acı da…

Normalde kendisi de zararlı büyü gücünü durağanlaştırarak normale çeviriyordu fakat bu o kadar yavaş bir şekilde gerçekleşiyordu ki ona neredeyse sonsuza kadar sürecekmiş gibi geliyordu.

Bu his tekrardan bedenini kapladığında Rene, bu seferkinin öncekilerden farklı olduğunu anlamıştı. Bedeni aniden ısınmaya ve etrafındaki bütün büyüyü emmeye başladı. Zararlı veya zararsız ayırmadan birkaç dakika içinde bütün deniz kurumuştu.

Daha sonra yavaşça bilincinin açıldığını hissetti. Fakat kendine geldiği gibi hemen gözlerini açıp ayağa fırlamadı. Kama’nın hemen yanında duruyor olduğunu da hissetmişti. Bedeninden yayılan muazzam güç sayesinde yerini belirlemesi hiç zor olmuyordu. Ve henüz ondan nasıl özür dileyeceğini bile düşünmemişti. En azından odadan çıkmasını bekleyecek ve geri geldiği zaman için, ki geleceğini umuyordu, bir şeyler düşünecekti.

Düşüncelerini Kama’ya kapadı ve beklemeye başladı. Birkaç dakika, yarım saat, bir saat, iki saat… Kama hala hiç kıpırdamadan olduğu yerde bekliyordu.

‘Niye hiçbir şey yapmıyor?’ diye düşündü Rene istemsizce. İki saattir öylece bekliyor, kılını bile kıpırdatmıyordu.

Bununla birlikte daha fazla beklemeye tahammülü kalmamıştı. Gözlerini açıp doğrulmaya çalıştı fakat enerjisi o kadar azdı ki yalnızca ilk kısmını gerçekleştirebilmişti.

Kama ise bunu bile hemen fark etmişti. “Rene! İyi misin?”

‘İyiyim… Ama…’ Hiç enerjisi olmadığını ve ondan biraz alması gerektiğini nasıl söyleyecekti. Yaptığı şeylerden sonra böyle bir şey istemeye hakkı var mıydı ki?

“Özür dilerim, bütün enerjini kaybettiğini bir anlığına unutmuşum…”

‘Sen bunu nereden…?’ daha sormasına fırsat kalmadan Rene’nin bedenine dalga dalga enerji akın etmeye başladı.

Bedeninde dolaşan güç belli bir miktarı aşınca Rene tereddütle doğruldu. ‘Bunu yapmayı da nereden öğrendi!?!’ Rene her ne kadar bunu merak ediyor olsa da şu anda çok daha önemli bir konu vardı ortada.

“Kama ben…”

“Rene ben…”

İkisi de aynı anda konuşmuş fakat gerisini getirmemişti.

“Affedersin, önce sen söyle…”

“Hayır, sen.” Rene kesin bir şekilde konuşunca Kama devam etti.

“Ben… Üzgünüm… Orada, gemide ne her ne yaptıysam hiçbirini kendi isteğimle yapmadım.”

‘Gerçekten mi? Benden özür mü diliyor?’

“Güneş bedenimi ele geçirmişti ve ona karşı savaşmış olsam da bunu yeteri kadar hızlı yapamamıştım… Adadayken de sana çok fazla sorun çıkartmış olmalıyım…”

“Önemli değil! Hiç önemli değil!” Rene aslında içinde bulundukları durumun tam tersi olması gerektiğini düşünse de bunu dillendirmedi.

“Hayır, önemli! Gemide yaptığım şeye karşılık adada beni o durumdan kurtarman… Ben senin yerinde olsaydım öyle bir durumda kendimi öldürebilirim… Ama sen…” Kama’nın sesi azalarak kayboldu.

‘Aslında onu çoktan bir kez öldürdüğümü söylemesem daha iyi sanırım.’ Diye düşündü Rene. Tabi ki öncekiler gibi bu düşüncelerini de Kama’ya karşı kapamıştı.

“Rene… Bundan sonra hayatımın geri kalanı senindir…”

“Öyle bir şeye hiç gerek yok! Ben de seni o ejderhayı öldürmeye zorlamıştım, hatırladın mı!?! Ödeşmiş oluyoruz!”

“…” Kama sessizce Rene’nin üstüne eğildi ve ona sarıldı. Birkaç saniye sonra kısık bir sesle. “Özür dilerim Rene....” Dedi.

Rene o anki duygularını tarif etmeye çalışsa aynı anda duyduğu en büyük üzüntü ve utancı bir arada yaşadığını söyledi. ‘Neden özür diliyorsun…! Özür dilemesi gereken kişi ben olduğum halde neden bunu bana yaşatıyorsun…’

Rene, kısa bir süre bekledikten sonra söylemesi gerektiğini düşündü. “Kama… Artık beni o şekilde çağırma…”

Kama bir an şaşkınlıkla başını geriye çekti.

“Ben… İsmimi kaybettim…”

“Ne?”

“Gemide öldürdüğüm insanlar yüzünden… Yeminimi bozduğum anda Alex’in verdiği adın üstümde bıraktığı güç kayboldu.”

“Benim yüzümden...”

“Hayır! Yani, evet, bir bakıma öyle ama kendini suçlama. Er yada geç bir gün başıma gelecekti…” Rene acı bir tebessüm etti.

“Sen… İsmini bu kadar çok mu seviyordun..?”

“...” Rene cevaplamak yerine sessiz kaldı. Alex’in ona verdiği isimdi bu. Hayatında iki kez isimlendirilmişti ve ikisini de benzer şekilde kaybetmişti. Her iki seferinde de bu duygu ona acı vermişti.

“Yeminini bozduğun zaman o yüzden o kadar sinirlenmiştin.”

“Evet…”

“O zaman…” bir anlığına duraksadıktan sonra Kama’nın bakışları parladı. “O zaman hala kendimi sana affettirebilirim!” Kama hızla geri çekildi ve ayağa kalktı.

“Ne? Ben senden böyle bir şeyi…” Sözleri, Kama’nın konuşmasıyla kesildi.

“Ben, Gündüzün taşıyıcısı Kama; sana Rene ismini veriyorum!” Sözleri hızlı bir şekilde kadim dilde söylediğinde geriye kalan tek şey Rene’nin ismi kabul etmesiydi. Antlaşma’nın kadim dildeki harfleri havada mavi, silik bir yazıyla süzülüyordu. O kadar hızlı gerçekleşmişti ki…

Fakat Rene kabul etmek yerine “Ne yapıyorsun?!?” diye sordu.

“İsmini sana geri veriyorum. Şu an için tek yapabileceğim bu olsa da…” bunları söylerken kadim dilde değil, normal bir şekilde konuşuyordu.

“Hayır, neden bunu yapıyorsun?” Kama, birisine bir isim vermenin ne demek olduğunu bilmiyor olabilir miydi ki?

“Çünkü yapabiliyorum.”

“İsimlendirmenin aslında ne olduğunu bilmiyorsun, değil mi?” Kama yüzüne boş boş bakınca açıkladı. “Bir şeye isim verdiğin zaman onunla gücünü de paylaşırsın. Ruhunun bir kısmı isim verdiğin varlığa bağlanır. Kendininkine denk bir varlığa isim verirsen bu oran beşe bir olur. Bir insanın başka bir insana veya bizim gibi varlıkların birbirine isim vermesi gibi… Büyü gücün ve bir taşıyıcı olarak güçlerinin beşte biri de buna dahil.”

“Bunlar önemli değil ki.”

“Elbette önemli!” Rene neredeyse bağırmıştı. “Sen Güneş’in taşıyıcısısın! Ruhunun beşte birini almam demek bu dünyada senden sonra en fazla büyü gücüne sahip kişi olacağım anlamına gelir!”

“Şey… Bu senin için iyi bir şey değil mi?” Kama şaşırmış bir şekilde sordu.

“Yani… Evet! Ama aynı zamanda senin gücünün azalacağı anlamına geliyor.” Tarih boyunca taşıyıcılar bir kez olsun birbirine isim vermemişlerdi. Çünkü bir taraf isim verseydi, diğer tarafın gücü muazzam miktarda artardı. Benzer bir durumda isim verilen taraf Kama olsaydı Rene’nin büyü gücü kapasitesinin beşte birini alacağı için şu ankinden binlerce kat daha güçlü olurdu. Şu anki durumda ise yalnızca Kama’nın büyü gücünün beşte birini almakla kalmıyor, aynı zamanda onun gibi durağan enerjiyi emebilme gücünü de elde ediyordu. Yalnızca bunu Kama’dan daha yavaş yapacaktı ki bu durumda bile diğer bütün canlılardan daha hızlı yenileyecekti ve yalnızca bir günde Kama’nın toplam büyü gücünden on kat daha fazla güç biriktirebilirdi. Her ne kadar yenileme hızı yavaş olsa da toplayabileceği enerji miktarı Kama’dan kat kat daha fazlaydı.

Bu antlaşmanın getirileri Rene için muazzam olsa da Rene işe bu yönden bakamıyordu. Kama’nın bu antlaşmayı önermesi Rene’ye ne kadar güvendiğini gösteriyordu. Eğer Rene bu antlaşmayı kabul ederse aralarında çıkacak başka bir savaşta kolaylıkla üstün gelecekti…

“Ben… Böylesine bir şeyi kabul edemem…” Bütün bu suçluluk duygusunun üzerine bir de böyle bir şeyi kabul edemezdi. “Eğer bir kez daha savaşacak olursak bu antlaşma yüzünden kaybedeceksin… Bunu bile bile böyle bir şeyi sunman…”

“O zaman antlaşmaya bir madde daha ekliyorum.” Kama bunu der demez havadaki harfler değişti.

Rene harfleri sesli bir şekilde okudu. “daha sonra yapacağımız savaşlarda beni durdurman şartı ile?” şaşkınlığının yüzüne yansımasını engelleyememişti. “Öldürmeden?!?”

“Böylece antlaşma tek taraflı olmaktan çıkıyor.” Kama hafifçe gülümsedikten sonra sordu. “Ne dersin? Şimdi kabul edebilir misin?”

Rene şaşkınlıkla birkaç saniye Kama’yı süzdükten sonra kahkahasına engel olamadı.

“Neden gülüyorsun?”

“Çünkü, çünkü bu çok…” Rene gülmekten konuşamıyordu.

“Delice, aptalca, dahice?” Rene kahkaha atmaya devam edince Kama da gülmeye başladı.

O anda Boğaç içeriye dalmayı seçmişti. “Neler oluyor?” Rene’yi ayakta, Kama’nın yanında görünce “Uyanmışsın.” Dedi.

Rene gözyaşlarını silerek “Evet.” Diye cevapladı.

“Ben sesleri duydum ve…”

Kama hemen yerinden fırlayarak Boğaç’ın yanına geldi ve fısıldayarak “Bize bir iki dakika verebilir misin?” diye sordu.

Boğaç bir şey demeden dışarıya çıktığında tekrardan Rene’ye döndü. “Eeee? Kabul edecek misin, etmeyecek misin?”

Rene o anda Boğaç’ın sözlerini hatırladı. ‘O seni seviyordu.’ Demişti. Eğer o zaman dediği doğruysa Kama’nın şu anda yapmakta olduğu aptallığı açıklıyordu. Ama gerçekten de doğru muydu ki? Rene bunu öğrenmek zorundaydı.

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordu Rene.

“Dediğim gibi, yapıyorum çünkü yapabiliyorum.”

“Hayır, yani, demek istediğim…” Kama’nın itiraf etmesini istiyor olsa da bunu yapacakmış gibi durmuyordu. Fakat Rene de şu anda bunu ölesiyle öğrenmek istiyordu. Söylemek üzere olduğu şeyler bir erkeğin egosunu yerle bir edebilecek olsa da Rene’nin şu anda Kama’nın cevabını duymaya ihtiyacı vardı. “Hani bir ihtimal diyorum… Bütün bunları beni sevdiğin için yapıyor olabilir misin?”

Rene bunları der demez Kama dondu kaldı. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

X                     X                     X                     X                     X                     X

‘Neler oluyor? Rene bunu nereden öğrendi?!?’ Gibi sorular Kama’nın içini kemiriyordu. Sanki zaman öylesine yavaşlamıştı ki akmayı bırakmıştı. Buna karşın kalbi de bir o kadar hızlı atıyordu. ‘Ne söylemem gerek? Doğrudan itiraf etsem…’ Hayır, böyle bir şeyi nasıl yapabilirdi ki? Lanet olsun, daha önce hiçbir kıza onu sevdiğini söylememişti! Üstelik karşısındaki normal bir kız bile değildi! O… Rene’ydi işte!

Kama, Rene’nin beklentiyle dolu bakışlarını fark edince ağzından istemsizce “Belki.” Cevabını kaçırdı.

“Belki mi?” Diye sordu Rene. Hafifçe yüzü asılmıştı. Belli ki beklediği cevap bu değildi.

“Ben…” Hava’nın aşırı ısındığını hissediyordu. Kalbi daha da hızlı çarparken zihni deli gibi çalışıyor, fakat söyleyecek başka bir şey bulamıyordu.

İkili birkaç saniye bir şey demeden yere baktıktan sonra Rene konuşan taraf oldu. Sesi biraz ağlamaklı çıkmıştı. “Tamam, sormadım varsay.”

“Hayır! Rene!” Kama aniden doğrularak Rene’nin ellerini yakaladı. Rene’nin gözlerine baktığında onunkilerin de heyecanla parıldadığını gördü. Zaman artık o kadar yavaş akıyordu ki bütün konuşmayı planlayacak kadar zamanı olmuştu. Bunun üzerine bütün irade gücünü topladı ve zihninden geçen yüzlerce kelimeyi söylemek için kendini hazırladı. Fakat ağzını açtığında içinden yalnıza üç kelime çıkmıştı. “Ben… Seni seviyorum…”

Daha fazla şey söylemek istiyordu fakat ağzını bir kez daha açsa başka bir şey söyleyemeyeceğinden korkuyordu.

Rene derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı. Hemen ardından söylediği her şey kadim dildeydi. “Ben de seni seviyorum! Ve… Ve bana verdiğin ismi kabul ediyorum…”

O anda Kama, gücünün büyük bir kısmının bedeninden ayrıldığını hissetti. Bu, güç bağında olduğu gibi enerjisinin bir kısmının çekilmesi değil, tam da Rene’nin tarif ettiği gibi bir parçasının kendisinden ayrılması gibiydi. Yalnızca güçsüz değil aynı zamanda eksik hissediyordu. Birkaç saniyeliğine başı dönse de kendini toparlamış ve yere düşmemişti. Ya da en azından Rene aniden gülerek üstüne atlamasa düşmeyecekti.

Kama, Rene ile birlikte doğrulacaktı ki ağladığını fark edince duraksadı. ‘Neden ağlıyor ki?’

‘Mutluluk gözyaşları diye tahmin ediyorum.’ Zihnindeki ses Güneş’indi. ‘Gecenin taşıyıcısı ilk karşılaştığınızda sana üç belirgin özelliğini söylemişti zaten…’

Kama, ensesinden soğuk terlerin boşaldığını hissetti. Ellerini, onu korumak ister gibi Rene’nin etrafına sardı. Ama kendi içinde bulunan canavardan onu nasıl koruyabilirdi ki? ‘Yine ne istiyorsun!?!’

Fakat cevap gelmedi. Kama birkaç saniye daha tetikten kaldıktan sonra gerçekten gittiğine emin oldu ve rahatlamaya karar verdi. ‘O da neydi öyle? Bir anda geldi ve bir anda gitti.’ Ziyareti her ne kadar kısa sürmüş olsa da söylediği o şey Kama’nın aklına takılmıştı. ‘Rene’nin üç belirgin özelliği…’ Zihnini biraz zorladıktan sonra ilk karşılaştıklarında Rene’nin kendisine söylediklerini hatırlayabilmişti. ‘Sevilmek, güvenmek ve öğrenmek istediğini söylemişti. O yüzden mi ağlıyor? Onu sevdiğimi söylediğim için…’

Rene’nin bu kadar mutlu olacağını bilseydi Kama o üç kelimeyi ilk karşılaştıkları anda söylerdi. Gerçi o zaman hislerinden kendisi bile tam olarak emin değildi ama…

“Bu çok aptalcaydı.” dedi Rene en sonunda fısıltı gibi bir sesle.

“Neden?”

“Bu duyguya karşı koyamıyorum ama… Aslında seni sevmemem gerekiyor. Her şeyin sonunda savaşacağımızı bile bile senin yanında nasıl durabilirim ki?”

“O zaman savaşmayız.”

“Eninde sonunda savaşacağız.”

“Savaşacağımız zaman geldiğinde karşındaki kişi ben olmayacağım.” Kama kesin bir dille cevapladı.

“Ama… Eklediğin o son kısım… Bir gün yine savaşmak zorunda kalacağımızı bildiğin için yaptın bunu.”

“Ve?”

“Seni severken sana karşı savaşabileceğimi mi düşünüyorsun? Bu bedeni yöneten sen olmasan bile hala içinde bir yerlerde olacaksın…”

“Rene…”

Kama konuşmaya fırsat bulamadan Rene hızlıca devam etti. “Savaşırken ne kadar korkunç olduğumu bilmiyorsun Kama! Ne kadar vahşice şeyler yapabildiğimi… Seni seviyorken bunları nasıl yapabilirim?!?”

Kama tam cevap verecekti ki bir anda Rene’nin görüntüsü değişti. Yalnızca bir anlığına görebilmişti belki ama zihninde, Güneş’in aldığı o karmaşık biçime çok benzer bir şekilde görünüyordu Rene. Yalnızca bir anlık görünen o şekilde Rene’nin boynuzları vardı, bütün vücudu rengârenk pullarla kaplıydı ve sırtından çıkan kanatlarıyla Kama’nın üzerine gölge düşürüyordu. Bakışları öylesine soğuk ve zalimdi ki Kama’yı olduğu yere çiviledi. Fakat bu yalnızca bir anlığına olmuştu. Bir an sonraysa Rene eski haline geri dönmüştü…

‘Güneş zihnimle oynuyor olmalı.’ diye düşündü Kama istemsizce. Ama onun bu anı mahvetmesine izin vermeyecekti. Rene’nin söylediklerini dikkatlice düşündükten sonra cevap verdi. “Beni gerçekten seviyorsan bunu yapabilirsin…”

Rene biraz duraksadıktan sonra “Çok acımasızsın.” Dedi.

“Biliyorum. Aynı zamanda bencil, kendini beğenmiş ve aptal biriyim.”

Rene duygusuz bir şekilde güldü. “Evet öylesin…” Birkaç dakika boyunca bir şey söylemeden yalnızca Kama’ya sarıldı. Sonra birden donuk bir ses tonuyla konuştu. “Ama Kama… Senle ben, siyah ve beyazdan farksızız, biz Ay ve Güneş gibiyiz. Her şeyimiz birbirine karşı…” Başını Kama’nın göğsünden kaldırarak doğrudan gözlerinin içine baktı. Gözyaşları birer kolye misali yanaklarından boynuna kadar süzülmüş, köprücük kemiklerinin birleştiği noktaya kadar iz yapmıştı.

“Siyahın yanına en çok yakışan renk de beyaz değil midir?” dedi Kama, Boğaç’ın sözlerini tekrarlarken. ‘Sanırım sana bir kez daha borçlandım.’ diye düşündü Rene’nin başını, tekrardan göğsüne yaslarken. Ağlıyorken ona bakmak Kama’ya resmen acı veriyordu. “Yoksa zıtlıklarımız bize engel midir?”

“Güneşi kovalayan da her zaman Ay değil midir? Asla kavuşamayacaklarını bilmezler mi?” Rene karşılık verdi.

 “Bir tutulma olmadıkça...” Rene bunu göremese de Kama hafifçe gülümsedi. “Bana sorarsan Ay ve Güneş de, sırf yılda birkaç kez beraber olabilmek için bütün yılı birbirini kovalayarak harcıyor.”

“Bu bizim içinde olduğumuz durumu, olduğundan daha iyi göstermiyor.” dedi Rene üzüntüyle. “Ben yılımda yalnızca birkaç sefer seninle olmak istemiyorum, yılda bir sefer olsun ayrılmak bile istemiyorum. Ben çok daha fazlasını istiyorum Kama… Bunu az önceye kadar fark etmemiştim bile ama…”

“Ayrılmamız gerekmez.”

“Seninle savaşmak da istemiyorum.”

Kama bu sefer cevap vermedi. Geçen sefer savaşmayacaklarını söylediğinde Rene, ikisinin de çok iyi bildiği gerçeği yüzüne vurmuştu. Bu yüzden konuşmayacaktı.

“Sen konuşmasan da sessizliğin çok şey söylüyor bana.” Dedi Rene.

“Ne dememi bekliyorsun ki.” Kama sitem etmek istese de sesinden okunan tek şey üzgünlük olmuştu “Bencil birisi olduğum için senden vazgeçemiyorum. Acımasız olduğum için bütün acıyı sana yüklüyor, aptal olduğum için de sözlerimle seni incitiyorum… Elimde kalan tek şey sessizliğim fakat bu bile canını yakmaya yetiyor…”

Bundan sonra ikisi de uzunca bir süre konuşmayı bıraktı ve birbirine sarıldı.

“Kama… Yine söyler misin?”

“Neyi?”

“Beni sevdiğini…”

“Rene… Seni seviyorum ve yaşadığım sürece de seveceğim. Nereye gidersen git peşinden geleceğim…”

“Gerçekten mi?”

“Verdiğim bu isimle ruhum artık sana bağlandı. Sen olmadan bir parçamın eksik olduğunu zaten hissediyordum. Şimdiyse bu his gerçek oldu.” Bu hem ona olan sevgisinin hem de güveninin kanıtı olacaktı. Rene’nin hala kollarının arasında olduğunu düşününce ruhunun beşte biri oldukça basit bir takas gibi görünüyordu gözüne. Tek başınayken belki Ruhu eksik gibi görünebilirdi, ama Rene yanında olduğu sürece her zaman bir bütün olarak kalacaktı…

Çevirmen Notu

Bu bölümün sonlarındaki gidişatın, hikayenin genel akışına aykırı olduğunu fark etmiş ve değiştirmeye çalışmış olsam da pek başarılı olamadım. Bu yüzden ağır havayı olabildiğince atarak daha az dramatik ve salt bir anlatı koymaya çalıştım.

Ayrıca artık bölümleri tam atıyorum. Parçalanmış bölüm olmayacağından zamanları değişkenlik gösterecektir. Ne zaman yazıp düzenlersem atacağım.

Lütfen okuduğunuz bölüme yorum yapmayı unutmayınız. Unutmayın ki yaptığınız her yorum çevirmenleri cesaretlendirir ve mutlu eder. İyi okumalar.
Yorum Yap
Üyelik girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için tıklayın.
Yorumlar