Overlord
Yaklaşan Kriz- 1
Bölüm
3: Yaklaşan Kriz
1
Büyük Yarık.
Bu, Cüce Başkenti Feoh Gēr’in batısı boyunca uzanan derin bir
yarığa verilen isimdi.
Uzunluğu altmış kilometre, en dar yerinde ise yüz yirmi metre olan
devasa bir buz yarığıydı. Derinliği ise bilinmiyordu. Aşağıda onların neyin
beklediğini kimse bilmiyordu ve orayı incelemek için gönderilen iki seferden de
geriye kimse sağ dönmemişti.
Çok uzun zamandır, Feoh Gēr’i yaratık saldırılan koruyan doğal bir
bariyer görevi görmüştü bu yarık. Büyük Yarık boyunca uzanan asma köprüyü
savundukları müddetçe batıdan gelen her türlü canavar istilasını
savuşturabilirlerdi.
Ancak bugün, Feoh Gēr'in garnizonu, Büyük Yarık ile Feoh Gēr
arasında duran askeri üssü, bağırışlar ve karmaşa sarmıştı.
“Neler oluyor? Birisi bana neler olduğunu söyleyebilir mi?!”
Bu bağırış, Cüce Ordusu’nun, on yıldır işinin başında olan kıdemli
başkomutanından gelmişti.
Kendisine gelen bilgiler karmaşıklarla ve çelişkilerle doluydu.
Kimsenin ne olup bittiğinden haberi yoktu. Emin olduğu tek şey Büyük Yarık’ı
koruyan kalede bir şeyler olduğuydu.
“Elimize gelen en yeni bilgilerde Quagoaların saldırdığı
söyleniyor!” dedi müfreze komutanlarından biri, kaleden gelen raporu
tekrarlarken.
Bunun gibi haberler nadir değildi. Quagoalar ve cüceler ölümüne
hasımlardı ve sıklıkla yüzlerce kişilik gruplarla saldırırlardı. Başkomutanın
on yıllık servis süresi boyunca çok fazla saldırı olmuştu ancak hepsi kaleden
geri çevrilmişti. Bırak Feoh Gēr’i, hiçbiri garnizona bile yaklaşamamıştı.
Bunun sebebi Quagoaların silahlara karşı güçlü, ancak elektrik
saldırılarına zayıf olmasındandı. Bunu bildiklerinden dolayı da tüm kaleyi
[Yıldırım] ve benzeri şeyleri üretebilen büyülü eşyalarla kaplamışlardı.
[Yıldırım], rakipleri düz bir çizgi halinde delip geçen bir
büyüydü ve bu yüzden bir köprüden saldırıya geçen rakiplere karşı muazzam
derecede etkiliydi. Tüm bir quagoa dalgasını tek vuruşta yok edebilirdi ve
bunun üstüne, orayı koruyan cüce muhafızları da ekstra elektrik hasarı
vurabilen kundaklı yaylarla kuşanmıştı.
Bunun tam tersine, garnizondaki cüceler ise hem ekipman konusunda
hem de sayıca daha kötülerdi. Ancak bunun sebebi askeri güçlerini önemli bir
üsse pay etmek istememeleri değildi. Sebebi, Cüce Ordusu’nun her zaman iş gücü
bakımından yetersiz olmasıydı. Bu yüzden de kaleye koyacakları kişileri zaten
az olan asker havuzundan seçmeleri ve bunu yaparken de tenkit edilmemelerini
sağlamaktı.
Quagoalara karşı yapılan tüm bu özelleştirmelere rağmen kale şu
anda yardıma çağıracakları adamın bile kalmadığı bir durumdaydı. Bu da ne
demekti?
“Savaşamayacakları kadar fazla kişiyle saldırdıklarını söyleme
sakın! Kaleden gelen başka bir mesaj yok mu?”
“Şu ana kadar hayır.”
Başkomutanın sırtından soğuk terler aktı.
“Büyük istila” lafı gözlerinin önüne geldi. Birkaç yıl öncesinde
böyle bir şeyin dedikoduları vardı ancak buna rağmen kendini kandırmak ve böyle
bir şey olmayacağına inandırmak için için elinden geleni yapmıştı. Evet, şu an
bu olay gözlerinin önünden akıp gidiyordu.
Başkomutan kendini toparladı. Şimdi böyle korku dolu şeyleri
düşünmenin sırası değildi.
Peki şu anda yapılması gereken doğru şey neydi?
Garnizondan kaleye doğru hafifçe eğimli, spiral şeklinde bir tünel
uzanıyordu ve önünde de başkent Feoh Gēr vardı. Garnizonun konumlandırıldığı
mağara onların son savunma hattıydı ve üstelik orichalhum ile alaşımlanmış
mithril kapıları vardı. Eğer kapıları kapatırlarsa tünelden gelen düşman
saldırılarına dayanabilirlerdi.
Kapıları kapatmalılar mıydı?
Eğer böyle yaparlarsa destek kuvvet gönderemezlerdi. Bir başka
deyişle, kalede canları için savaşan yoldaşlarını terk etmiş olurlardı.
Yine de bu tereddütü oldukça kısa sürdü
Kalede 20 kişiden az kişi bulunuyordu. Feoh Gēr’de ise 100.000’den
fazla cüce. Hangi tarafın öncelik olduğunun cevabı basitti.
“Kapıları kapatın!”
“Emirleri iletin! Kapıları kapatın!”
Ses havada yankılanmadan bile önce topraktan bir patırtı yükseldi.
Yavaş bir şekilde, kapılar girişi kapatmaya başladı. Tatbikatlar dışında
kullanılmayan bu kapılar, artık gerçek amacına uygun bir şekilde kullanılmıştı.
“Efendim! Quagoalar!”
“Ne?!”
Tünel girişini koruyan askerlerin bağırışlarını duyan başkomutan
bakmak için döndü. Gözleri kan çanağına dönmüş, köpüklü ağızlarıyla iğrenç yarı
insanları gördü.
Yıldırım efsunlu olmayan silahlar olmadan, tek bir tanesi bile
dişli bir rakipti. Ve şu anda, onlardan sürülerce, iki eliyle bile sayamayacağı
kadar fazla quagoa onlara doğru koşuyordu.
Bu nasıl olabilirdi? Kale cidden düşmüş müydü? Quagoalar
beraberinde kaç kişi getirmişti? Kapıları kapatmış olmalarına rağmen onları
tutabilirler miydi?
Başkomutanın kalbinde bu tarz birçok soru vardı fakat nihayetinde
kafasını salladı.
“Girmelerine izin vermeyin! Mızrakçılar, öne!”
Gürültülü bağırışlarla beraber askerler bir mızrak hattı
oluşturdular.
Bunu görmeleri bile quagoaların hareketini yavaşlatmamıştı. Bunun
sebebi, metale karşı kendi kürklerine güvenmeleriydi.
Başkomutan dişlerini gıcırdattı. Quagolar bilgece bir karar
vermişti. Derileri öylesine sertti ki arbalet okları bile derilerinden
sekebilirdi. MIzrak hattının yapabileceği tek şey onları uzak tutmaktı. Ancak
elbette buradaki kişiler quagoların böyle bir şey yapabileceğini kestirmiş ve
ona göre adımlar atmıştı.
“Büyücüler! Blitzkrieg!” (Çevirmen Notu: Ani bir şekilde düşmanın
üstüne saldırmayı temel alan bir nazi savaş taktiği.)
Alan etkili üçüncü eviye bir büyü olan [Yıldırımtopu] ve iki tane
ikinci seviye büyü olan [Yıldırımmızrakları], mızrakların üstündeki balkondan,
mızrakçılara isabet etmeyecek bir açıyla ateşlendi.
Bu büyüleri yapanlar ordudaki en güçlü üç büyücüydü.
Sürünün önünde ilerleyen grup anında [Yıldırımtopu]'nun etkisiyle
ölmüştü Onların arkasındaki quagoalar da vurulmamak için durdular.
Bu kısa sürmüştü ancak nefes alacak bir zaman kazandırmıştı.
Kapılar büyük bir bam sesiyle kapandı. Sağlam kapının diğer
tarafından, kapıya vurulma sesleri geliyordu.
Havadaki gergin atmosfer bir şekilde hafiflemişti. Ancak
başkomutan ve etrafındaki tüm adamlar biliyordu ki henüz hiçbir şey bitmiş
değildi.
Kapılar oldukça sertti. Sıradan bir quagoanın dişleri ve pençeleri
ona zarar veremezdi. Ancak bazı quagoaların, mithril ile yarışacak dişleri
olduğu söylenirdi. Bu lider seviyeli yaratıkların böyle bir saldırıda bulunması
da çok garip olmazdı. Şu an hiçbir problemi göz ardı edemezdi.
“Siktir! Keşke kapılar elektriklenmiş olsaydı!”
Bu, başkomutanın görevine ilk geldiği zaman yaptığı bir öneriydi.
Sonuçta kapılar, son savunma hattı olacak kadar güvenilir değildi. Elbette
kapıları neden efsunlayamadıklarının birkaç sebebi vardı. Bunlardan biri ulusal
gücün yetersizliğiydi fakat asıl sebep kalenin her zaman düşman işgalini
durdurmakta yeterli olmasıydı. Bu sebepten dolayı da üst rütbeli kişilerin
tavrı her zaman “kale ayakta kaldığı sürece sıkıntı olmaz,” olmuştu.
Etrafına bakındığında herkesin kasvetli ve karanlık ifadelere
büründüğünü gördü.
Bu kötüydü. Eğer geleceğe dair umutlarını kaybederlerse, savaş
umutsuz bir hâle geldiğinde de kaybedebilirlerdi.
Başkomutan işleri değiştirmek istedi ve bağırdı:
“İyi iş çıkarttınız! Şehrin güvenliğini sağladık! Ancak garantiye
aldığımızı falan düşünmeyin! Düşmanın kapıları kırması ihtimaline karşı
barikatları hazırlamaya başlayın! Acele edin!”
Cüce askerlerinin gözlerinde yeni bir kararlılık belirdi.
Motivasyonlarını tekrar körükleyecek bir şey vardı artık. Kırılgan bir umut
bile, hiç umut olmamasından iyiydi.
Başkomutanın personel lideri, başkomutanın arkasına geçip kulağına
fısıldadı.
“Efendim, kapıyı kum ve toprakla gömelim mi?”
Başkomutan, diğer cücenin sözlerini düşündü.
Eğer kapıyı tamamen mühürlerlerse birçok cüce memnuniyetsizliğini
belli ederdi.
“Ne olduğu hakkında hiçbir fikirleri yok.”
Başkomutan, personel liderinin yüzündeki ifadeyi fark etmişti.
Büyük ihtimalle başkomutanın, sorduğu soruya ciddi bir cevap vermesini
beklemişti.
“Üzgünüm. Vekil Konsey’den bahsediyorum.”
“Siz de onlardan birisiniz, değil mi başkomutan? Tamamen tecrite
karşı tepkileri öyle mi olur? Açıkçası ben mühürlemenin yeterli olacağını
düşünmüyorum. Feoh Gēr’i terk etmeliyiz.”
Başkomutan gözlerini kıstı ve personel liderini kolundan tutup
başkalarının duyamayacağı bir yere çekti.
Konuşmalarının başkaları tarafından duyulmasını istemiyordu.
“Sen de mi öyle düşünüyorsun?”
Kapının diğer tarafında kaç quagoanın olduğunu bilmiyorlardı.
Düşman saldırısı çok süratli gerçekleşmişti ve onları köşeye
sıkıştırmıştı. Bundan dolayı düşman hakkında çok fazla bilgi edinememişlerdi.
Şu anda yaptıkları şey, kendilerini kilitleyip gözlerini kapamaktan farksızdı.
Düşmana dair edindikleri tek bilgi, savaş güçlerinin şu ana kadar
aşılamamış bir kaleyi aşacak kadar fazla olmasıydı. Bununla da ilgilenmek için
bir yol bulmalılardı.
Bu şartlar altında, düşmanın savaş gücünü göz önüne aldıktan sonra
cücelerin kapıyı tekrar açıp düşmanı def etmesi oldukça zordu. Yapılacak en iyi
çözüm başkentin terk edilmesiydi.
“O zaman, kapıyı toprağa gömmek bize ne kadar zaman kazandırır?”
“Eğer mağarayı yıkarsak çok fazla zaman kazanabiliriz, ancak
sadece kum ve toprak kullanırsak en fazla birkaç gün elde ederiz.”
“Mağarayı çökertmek ne gibi tehlikeler teşkil eder?”
“Bildiğiniz gibi, Feoh Gēr’den çok uzakta değiliz. Tünel
Doktorları kontrol etmeden çok emin olamam ancak şehri etkileme olasılığı da
var. En kötü durumda, kapıların ardından şehre giden kısa bir yol açılabilir ve
quagoalar Feoh Gēr’e doluşabilir...”
“Bir başla deyişle, şu anda bunu öğrenmeliyiz. O zaman, sıradaki
soru. Sence kalenin düşme sebebi düşmanın çok sayıda olması mı? Neden
kaledekiler bizi daha önceden uyarmadı?”
“Aklımda birkaç olasılık var. Kişisel olarak, en iyi seçenek
quagoaların başka bir ırkın yardımını alması.”
“Ayaz Ejderleri olabilir mi?”
Quagoalar eski cüce başkenti Feoh Berkanan’ı ele geçirip kendi
yuvaları yapmıştı. Ancak şehrin kalbindeki Kraliyet Sarayı’nı yöneten bir Ayaz
Ejderi idi.
İki tarafın arasında müthiş bir iş birliği yoktu ancak birlikte
yaşadıklarından dolayı birbirlerine yardım ediyor olabilirlerdi.
Başkomutanın beti benzi attı. Ayaz Ejderleri özellikle belli bir
yaşa geldiklerinde bir doğa afeti gibiydi.
Normalde dört tane cüce şehri vardı.
Feoh Berkanan, İblis Tanrılar tarafından 200 yıl önce saldırıya
uğradığında terk edilmişti.
Doğudaki Feoh Gēr, şu anki başkentleriydi.
Güneydeki Feoh Raiđō birkaç yıl önce terk edilmişti.
Ve en nihayetinde, batıdaki Feoh Tiwaz vardı.
Batıdaki şehir, iki Ayaz Ejderi’nin, Olasird’arc Haylilyal ve
Munuinia Ilyslym arasındaki savaşta yok olmuş ve geriye harabeler kalmıştı.
“Böyle olduğunu hissediyorum. O kibirli şeyi harekete geçmesi için
nasıl ikna ettiklerini bilmesem bile, diğer bir alternatif de kendilerinin
yapmış olabileceği. Bir büyü mü buldular yoksa Büyük Yarık’ı geçecek bir rota
mı buldular bilmiyorum.”
“Biz cüceler bile Büyük Yarık’ı geçebilen bir rota bulamadık.”
“Yine de, kaç yıl önceydi ki bu? Belki de quagoalar bir tünel
falan kazmıştır ya da toprak kaymaları onlara bir sapak falan açmıştır. Şimdi
düşündüm de, toprağın üstünden bile gelmiş olabilirler.”
“Yüzeyde quagoalar mı?”
“Böyle yeteneği olan birisi olabilir.”
Quagoalar güneşin altında tamamen kör olurlardı, bu yüzden
birliklerini yüzeyden ilerletmeleri imkansızdı.
Ancak bu sadece umdukları bir dilekti.
Hayır, artık pişmanlık duymak için çok geçti. Gelecek stratejileri
planlarken bunu da göz önünde bulundurmalıydı.
“Personel Lideri, toprağın üstünden gelmiş olabilme ihtimallerini
de göz önünde bulundurmalı ve yüzey savunmalarımızı buna göre güçlendirmeliyiz.
Buradaki savunmamızdan ödün vermeksizin yukarı birkaç kişi gönder. Ayrıca
haberleri Konsey’e de iletmeli ve güneye kaçmalarını söylemeliyiz.”
Bu garnizona, Büyük Yarık’ın önündeki kaleye ve şehirdeki Konsey
Salonuna ek olarak, Feoh Gēr’deki cüce şehrinde bir askeri üs daha vardı.
Cüceler daha uzun kişiler için -örnek olarak insanlar- dikilmiş
bir kaleydi ve yüzeyin girişine kurulmuştu. Başkomutan o bölgedeki desteği
artırmalarını ve yüzeyden gelecek saldırılara karşı hazırlıklı olmalarını
emretti.
“Anlaşıldı!”
“Ayrıca kapıyı gömmek için adamları da hazırlayın. Eğer Konsey’in
onayına ihtiyacımız olursa onları ikna etmek için bir yol bulurum.”
“Ya Konsey tartışarak vakit kaybettirirse?”
“Elinden geleni yap. Ben de öyle yapacağım.”
Diyebileceği tek şey buydu. Sekiz konsey üyesinden biri olarak
elbette planı olabildiğince sert bir şekilde ittirmekti, ancak diğerleri onu
veto ederlerse yapabileceği tek şey kendi kendine çabalamak olurdu.
“Rapor! Rapor! Bir raporum var! Başkomutan nerede?!”
Sesin kaynağına baktığında Başkomutan, bir Binek Kertenkele süren
bir cüce gördü.
Binek Kertenkeleler bir Dev Kertenkele türüydü. Başlarından
kuyruklarına kadar üç metre olan büyük sürüngenlerdi. Sayıları çok fazla
değildi, o yüzden cüceler onları binek olarak yetiştirip gündelik işlerde
kullanırdı.
Ancak çoğu haberci onları bir mesaj göndermek için kullanmazdı.
Sadece çok acil durumlarda, garnizonun ön cepheden haberi olması gerektiği
zaman kullanılırlardı.
Başkomutanın kalbini rahatsızlık bürüdü.
“Nereden gelmiş?”
“Bu hafta yüzey girişinin oradaki kalede görevlendirilmiş.”
Bu cümle, başkomutanın kalbindeki dehşeti körükledi. Hayır, adamın
yüzündeki ifade ve dehşete düşmüş tonundan ne olduğu bariz belliydi. Bunu
sorması sadece bariz olan gerçeği kabullenmek istemeyişindendi.
“Buradayım! Ne oldu?”
Elçi, son sürat başkomutana doğru koştu. Bu ertelenemezdi. Hemen
harekete geçilmesi gereken bir olaydı bu ve haberi vermek için bir saniye bile
bekleyemezdi.
Elçi kertenkelenin sırtından indi ve umutsuzca kendini toparlamaya
çalışırken bağırdı.
“Başkomutan! Acil bir durum var! Can... Canavarlar! Canavarlar
geldi!”

