Sıfır İnananlı Tanrıça ile Isekai'yi Temizlemek - Sınıf Arkadaşları Arasındaki En Zayıf Büyücü

01 Temmuz 2020
Çeviri: deantrbl
Düzenleme: Residenttt
1123 Görüntülenme
Bu bölümü 28 Kişi beğendi.
Cilt 4

Düşmüş Ülke ve Lanetli Prenses

Ay Kahini Furiae’nin Bakış Açısı

Farkındalığımdan beri hep yalnız kaldım.

Ailemin yüzlerini bilmiyordum.

Kardeşim olup olmadığını bile bilmiyordum.

Arkadaşım yoktu.

Sadece kendime güvenebilirdim.

Bana yöneltilmiş gözler sadece çekingen ve… nefret doluydu.

Düşmüş ülke, Laphroaig Ay Ülkesi.

Doğduğum ve büyüdüğüm yer burasıydı.

1.000 yıl önce insanlara ihanet eden ve şeytanlarla gizli işler çeviren Ay Kahini, diğer adı ile Felaket Cadısı.

Dokunursanız, sesini duyarsanız veya gözlerine denk gelirseniz sizi iradesiyle kontrol edebilirdi.

Kontrol edilmeyecek tek kişinin eski Büyük İblis Efendisi olduğu söyleniyordu.

Efsanelere göre, Felaket Cadısı, Büyük İblis Efendisi’nin sevgilisiydi.

Tarihteki çoğu insan tarafından nefret ediyordu... 1,000 yıl önceki Ay Kahini.

Görünüşe göre onun reenkarnasyonuydum.

Ay Ülkesi'nin yıkıntılarında, Ay Tanrıçası Naia'yı takip eden insanlar tarafından gizlice yükseltildim ve saygı gördüm.

Ne şaka ama…

Geçmişte uzak olan lanet bir kadın yüzünden hayatım bir karmaşaydı.

Sadece huzurlu bir hayat istemiştim.

Yakalandığım zamanı hatırlıyordum.

“Elimizden bir şey gelmez.” 

“Ben… senin için üzgünüm, ama…”

Görünüşe göre Papa Roma olarak adlandırılan adamın üzerine yapıştırılmış gibi bir gülümsemesi vardı ve Noel adlı Güneş Kahini’nin ilgisiz görünümü.

Arkalarında beni yakalayan Işık Kahramanı vardı.

Neden bu kadar üzgün bir yüz yapıyorsun?

Seni ikiyüzlü.

Laphroaig'da liderlik ettiğim huzurlu yaşam, kendilerini Güneş Şövalyeleri diye adlandıran bir grup insan tarafından yok edildi.

Hem bacaklarım hem de kollarım kalın demir zincirlere vurulmuştu.

Büyük Sığınak altında bir hapishaneydi.

Burada, büyümün neredeyse tamamı Güneş Tanrıçası'nın gücü ile mühürlenmişti.

Kaçamıyordum ama vücudumdaki lanet yüzünden de beni öldüremiyorlardı.

Bir çiftlik hayvanıymışım gibi yaşıyordum.

Hayır, hiçbir amaca hizmet etmediğim için bir çiftlik hayvanından daha azı olurdum…

“… Üzgünüm.” 

Nedense Işık Kahramanı her gün bulunduğum hücreye gelirdi.

“Eğer öyleyse o zaman beni buradan çıkarmanı istiyorum.” (Furiae)

“… Bunu… yapamam…” (Sakurai)

Eğer yapamıyorsan o zaman ortadan kaybol.

Güzel bir adamın yüzünü takınmaya çalışmasından kusasım geliyordu.

“Ay Kahini, Furiae… küçük şeytanlara liderlik etmedin ve Yılan Kilisesi ile bir bağın yok, değil mi?” (Sakurai)

“Hiçbir şey yönetmedim ve aslında Yılan Kilisesi halkı tarafından nefret ediliyorum.” (Furiae)

Küçük şeytanların tüm dünya tarafından nefret edilmesinin ana sebebinin Felaket Cadısı olduğu söyleniyordu.

Laphroaig'de insanlar ve küçük şeytanlar arasındaki bastırılmış yaşam tarzı dikkat çekiyordu.

Bu, insanların ve küçük şeytanların kan bağlarına sahip olmasına yol açmıştı.

O günlerde Büyük İblis Efendisi tarafından kontrol edilen birçok ülke arasından Laphroaig baskıdan kurtulan tek ülkeydi.

Bunun nedeni, insanlar ve küçük şeytanlar arasındaki evliliklerin devam etmesiydi.

Küçük şeytanların miktarını yavaşça arttırmak ve insanlar ve küçük şeytanlar arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırmak… görünüşte hedef buydu.

Yine de başarısız olmuştu.

İnsanların iznini almadan cazibe büyüsü ile kontrol ediliyorlardı, bu yüzden elbette iyi olmazdı.

Küçük şeytanların artış planını yapan kişi 1.000 yıl önce Ay Kahini idi.

En sonunda, on binlerce yersiz yurtsuz insanın doğması ile sonuçlanmıştı…

Ama bununla benim hiçbir ilgim yoktu!

Küçük şeytanları yönetenler küçük şeytanları yüceltmeyi amaçlayan Yılan Kilisesi'ydi.

Bu insanlarla hiçbir ilgim yoktu.

Ben de onlar gibi muamele görüyordum.

Sonunda, Işık Kahramanı her gün gelmeye devam etti.

Yüzünü görmekten hoşlanmamam yavaşça azaldı.

“… Artık gelme.” (Furiae)

“Şey, sorun mu var…? Bak bu son zamanlarda bulduğum garip bir meyve.” (Sakurai)

Neden bana her seferinde bir şeyler getiriyorsun?

“Daha tatlı bir şey istiyorum…” (Furiae)

“Anladım! Bir dahaki sefere farklı bir şey getireceğim!” (Sakurai)

Ertesi gün başka bir şey getirdi.

Bu adamın nesi var…

Çok garip birisiydi.

◇◇

“Gel! Yılan Kilisesi ile bağlantılı olduğunu biliyorum!” 

Bir gün, görünüşe göre Güneş Ülkesi'nin ilk prensi olan bir adam birdenbire geldi ve beni farklı bir yere götürdü.

Yılan Kilisesi'ni bilmiyordum.

Onlara bunu söylememe rağmen, bana inanmıyorlardı.

Ancak güçlü bir engeli olan kilise hapishanesinden çıkabildiğim için şanslıydım.

Anlamsız sorgulama zorluydu, ama bir açıklık aradım, yakınlardaki bir şövalye ile konuştum ve onu kontrol ettim.

Ve sonra, başkentten kaçma şansı ararken yeraltı kanallarına saklandım.

Yeraltı kanalları uçsuz bucaksızdı ve bir çıkış aramak için ölümsüz yarattım ve onları keşfe gönderdim.

Birkaç gün araştırdım ama...

(… Ölümsüzler yok mu edildi?) 

Ani olmuştu.

Yeraltı kanallarını keşfetmek için yaptığım tüm ölümsüzler yok edilmişti.

Tapınak şövalyeleri aramaya gelmiş gibi görünüyordu.

Pekala.

Zaten yeraltı kanallarından kaçamayacağımı öğrenmiştim.

Tüm çıkışlarda tapınak şövalyeleri vardı.

Eğer sadece bir ya da iki olsaydı bir şekilde idare edebilirdim, ama ekipler halinde olduklarından bu imkansızdı.

(Yeni savaşçılar yapmalıyım…) 

Başkentin ortak mezarlığından geçiyordum.

Ortak mezarlık benim karargahımdı.

Büyücülük yapmak için bir sürü ceset vardı.

Aslında ölümsüz yapmak istemiyordum.

Geceleri ölümsüzleri kontrol ediyordum ve öğle saatlerinde bir falcı olarak davranıyordum ve bilgi toplamak için 6. Bölge’ye gidiyordum.

Son zamanlarda ilginç bilgiler vardı.

Görünüşe göre Symphonia’da bir canavar isyanı vardı.

Hem de Işık Kahramanı’nın göreve başlama töreni gerçekleşirken ve Güneş Ülkesi şövalyelerinin toplandığı zamanda mı? Bu benim aklıma takılan bir soruydu, ama bir kez daha araştırdığımda gizem çözülmüştü.

İpleri gölgelerin içinden oynatanlar o sinir bozucu Yılan Kilisesi'ydi.

Ay Ülkesi’nden insanlardan oluşan sapkın bir kiliseydi.

Burada ayaklanma başlatmayı planlıyorlardı.

Orada yaratılan kaosu kullanarak kaçacaktım.

İsyanı durdurmayı düşünmüyordum.

Hiçbir sorumluluğum yoktu.

Aksine, beni küçük gören Papa ve Güneş Kahini yakalanmalı ve öldürülmeliydi.

Düşündüğüm şey buydu.

Kader Büyüsü ile geleceği görebiliyordum.

Fakat bu kesin bir gelecek değildi.

Bunu yapabilseydim yakalanmazdım.

Ama canavar isyanı ve Yılan Kilisesi tarafından ayarlanan kargaşa.

Zamanını açıkça görebiliyordum.

Sadece birkaç gün kalmıştı.

O zaman kaçabilirdim.

O zamana kadar ortak mezarlıkta saklanacaktım.

Cazibe büyüsü ile mezarlığı gözetleyen bütün tapınak şövalyelerini kontrol ediyordum.

Bir de ölümsüzlerim vardı.

Herhangi bir sorun olmamalıydı.

Ama bugün her zamankinden farklıydı.

(… Birisi geldi.) 

Hayır, kim olduğunu biliyordum.

Bu Işık Kahramanı idi.

Sadece Kader Büyüsü kullanıcılarının görebileceği kader şeridi.

Birinin kader şeridinin miktarını görerek onun önemini ve etkilerini söyleyebiliyordum.

Normal bir insanda 10 tane olurdu ve yüksek tarafta olurdu.

Soyluların 100 civarındaydı.

Işık Kahramanı’nın binlerceydi.

Neden Kurtarıcı Abel'ın reenkarnasyonu olduğunu anlayabiliyordum.

Ne kadar inanılmaz bir etki.

Böyle bir kişinin bana yaklaştığını söyleyebilirdim.

“Dışarı çıkmaya ne dersin, Işık Kahramanı Ryosuke?” (Furiae)

Bir süredir görmediğim adamın adını söyledim.

“Selam.” (Sakurai)

Bir mezarlığa uymayan etkili bir sesti.

Her gün hapishanede gördüğüm yüzle aynıydı.

Hayır, biraz yorgun mu görünüyordu?

O iyi miydi?

“Buraya ne için geldin?” (Furiae)

Gerçi ne olduğuna dair bir tahminim vardı.

Muhtemelen beni kurtarmak istiyor gibi saf şeyler söyleyecekti.

Yalnız gelse bir şey olurdu, ama yoldaşlarla birlikte geldiyse...

Büyük olasılıkla her zamanki kadın şövalye ile beraberdi.

Başka kadınlarla birlikte bir kadının yanına gelme.

Düşündüğüm şey buydu, ama gelenler bilinmeyen insanlardı.

Işık Kahramanı’nın astlarıydı.

Bunlardan biri oldukça genç görünümlü bir çocuktu. 

Diğeri… inanılmaz derecede güçsüz müydü?

Ne tuhaf bir ikili.

Zaman kazanmak ve kaçmak için ölümsüz şövalyeleri kullanacaktım.

Işık Kahramanı, kişiliğinden yola çıkarsak ciddi bir şekilde savaşmayacaktı.

Getirdiği iki savaşçının çekicilik büyüsünden biraz yaralanmalarını düşünüyordum, ama…

“He?”

Bekle, Ryousuke?! 

Neden astını koruyup kendin yaralandın?!

“Aah, Tanrım!” (Furiae)

Telaşlandım ve oradan kaçtım.

Takatsuki Makoto’nun Bakış Açısı

“Sakurai-kun!” (Makoto)

Görüş açımı değiştirmek için [RPG Oyuncu] kullandım, Prens Leonard’ın kendinden geçmiş gözleriyle kılıcıyla saldırması ve Sakurai-kun’un araya girmesi aynı anda olmuştu.

Ay ışığında kan sıçradı.

Siktir!

Prens Leonard'ın yeni öğrendiği [Sakin] Becerisi bunu engellemesi için yeterli değildi!

“Guh!” 

Prensin kılıcı Sakurai-kun'un sağ omzunu kesti ve Sakurai-kun yere düştü.

“N-Ne yaptım demin ben…” (Leonard)

Prens Leonard kendine geldi.

Sadece bir an için kontrol edilmişti, ha.

“Ne yapıyorsun?!” (Furiae)

Ay Kahini buraya baktı ve şok olmuş bir ifadeye sahipti.

Bunu kendin yaptın, değil mi?

“G-Geri çekilin!” (Furiae)

Ay Kahini ölümsüzlere emir verdi ve kaçtı.

“Sakurai-kun, iyi misin?!” (Makoto)

“S-Sakurai-san, ben ne yaptım…?” (Leonard)

“Endişelenme, Prens Leonard. Üzgünüm, Takatsuki-kun. Cazibe Büyüsü senin üzerinde işe yaramadığından Furiae’nin peşine düşebilir misin? Sana yetişeceğim. Ama ne pahasına olursa olsun ona dokunma!” (Sakurai)

Bunu söyleyerek Sakurai-kun kendini yenilemek için bir eşya kullandı.

Ölümcül bir yara gibi görünmüyordu. Bu iyi.

“Eğer iyiysen sorun yok, Sakurai-kun… Bu arada, ona dokunursam ne olur?” (Makoto)

“Güneş ışığı altındayken ben bile, ona dokunduğum anda cazibe büyüsüne karşı koyamadım. Bu dünyada Ay Kahini’ne dokunup da kontrol edilmeyecek kimse yok!” (Sakurai)

“Anladım.” (Makoto)

Yaralanmamalıydı.

Dokunulmamalıydı.

Sorunlu bir rakip.

Ama onun böyle gitmesine izin veremezdim.

(Sakurai-kun benim hatam yüzünden yaralandı…) (Makoto)

RPG Oyuncu’nun perspektif değişikliği ile kaçınabileceğim Prens Leonard'ın saldırısıydı.

Gardımı indirmiştim çünkü Sakurai-kun ile her şeyin yolunda gideceğini düşünmüştüm.

Bu iyi değildi.

Ölümsüzleri Prens Leonard ve Sakurai-kun'a bıraktım ve mezarlığın derinliklerine kaçan Ay Kahini’nin peşinden koştum.

(Hızlı koşuyor!) (Makoto)

Ay Kahini’nin peşinden koşuyordum ama asla yakalayamıyordum.

Bunun yerine aramızdaki mesafe daha da açılıyordu.

(Sonuçta o bir Kahin.) (Makoto)

Kahinler, bu dünyadaki Kahramanlarla aynı sınıftaydı.

Doğrudan canavarlarla savaştıkları neredeyse hiç görülmemişti, ancak Kahinlerin istatistikleri anormal derecede yüksekti.

Diğer yandan benim, normal insanlardan daha düşük istatistiklerim vardı.

Prens Sofia ile bilek güreşi yapacak olsaydım, kaybederdim... muhtemelen.

Çok üzücü! Bir Kahraman olmama rağmen!

(Eğer adil bir şekilde kazanamazsan onunla kafa bulabilirsin.) (Makoto)

[Buz Zemin].

Ay Kahini’nin yürüdüğü zemini dondurdum.

“?!” 

Ay Kahini düşmek üzereydi.

Ama bir şekilde ayakta kalmayı başardı.

İyiydi.

Yön değiştirmeye ve kaçmaya çalıştı, ama…

[Buz Zemin] [Buz Zemin] [Buz Zemin] [Buz Zemin].

Ay Kahini’nin kaçabileceği tüm yerleri dondurdum.

“……”

Ay Kahini bana nefretle baktı ve buraya doğru döndü.

Pes mi etmişti?

Ay Kahini elini aya doğru uzattı ve…

Kullarım ölüm kapılarından çekildi…” (Furiae)

Ay Kahini’nin sesi şarkı söylüyormuş gibi yankılanıyordu.

Bu ses tonu büyüleyiciydi.

Bu güzel sesin rehberliğinde çirkin bir zombi ordusu yerden sürünerek çıktı.

Hah, yani bu büyücülüktü.

“Bunlarla başa çık bakalım!” (Furiae)

Zombiler etrafımı kuşattı ve ilerlememi engelledi.

Ay Kahini bu açıklığı kullanarak kaçmaya çalıştı, ama…

“Ruh-sanlar, Ruh-sanlar…” (Makoto)

Su Büyüsü: [Buz Dünyası].

Zombileri, zemini, ağaçları – her şeyi dondurdum.

Ama sadece Ay Kahini’nin etrafındaki yeri hariç tuttum.

Bununla beraber lanete karşı bir şey yapmış olmazdım.

“… Ne kadar yetenekli.” (Furiae)

“Bunun için üzgünüm. Arkadaşımın yaralanmasından sonra biraz sinirlendim.” (Makoto)

Geralt-san ile yaptığım savaştan yola çıkarak [Salim Zihin]’i yaklaşık %50'ye ayarladım.

Öfkem Ruhlara belli bir dereceye kadar aktarılmış gibi görünüyordu.

“Sakurai-kun gelene kadar biraz bekle.” (Makoto)

“…”

Ay Kahini’ne doğrudan saldırmadım.

Eğer o denerse buzla bütün zemini kayganlaştırabilirdim.

Ay Kahini’nin etrafı buzla kaplıydı.

“Ne kadar baş belası bir büyücü.” (Furiae)

Kötü bakışlarıyla beni öldürmek istiyormuş gibi hissettiren Ay Kahini’nin gözleri altın gibi parlıyordu.

Yine cazibe büyüsü mü?

Bu benim için işe yaramazdı.

(Hayır öyle değil. Sadece gözleri değil. Ay Kahini’nin tüm vücudu parlıyor…) (Makoto)

*Çat*

Ay Kahini’nin bastığı yerdeki buzun kırılma sesi kulağıma ulaştı, aynı anda öne doğru hızlıca koştuğunu fark ettim.

(Ah! Bana doğru mu geliyor?! Tüm vücudunu kaplayan şey Aura mı?!) (Makoto)

Onun gelişine göre hançerimle bir pozisyon aldım.

Dahası, çok hızlıydı!

(Hayır, saldıramam.) (Makoto)

Sakurai-kun'un lanete karşı gelmekle ilgili sözlerini hatırladım ve hançerimi indirdim.

Ne yapacağım konusunda tereddüt ettim.

Lanet olsun!

[Salim Zihin]’i azaltmak şimdi beni ısırmıştı…

O anda en iyi cevabı seçemedim…

Ay Kahini’nin eli kolumu tuttu.

Lütfen okuduğunuz bölüme yorum yapmayı unutmayınız. Unutmayın ki yaptığınız her yorum çevirmenleri cesaretlendirir ve mutlu eder. İyi okumalar.
Yorum Yap
Üyelik girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için tıklayın.
Yorumlar
STERBEN (225 puan) Üye
2020-08-09 20:26:12
Bölüm için teşekkürler
ilgin (71 puan) Üye
2020-07-01 23:57:00
Ltanrıça dan etkilenmedin kahinden mi etkilencen
DeliDana (2871 puan) Üye
2020-07-01 20:31:54
ay kahini nasıl göt edilir ve göt etmenin inceliklerini sonraki bölümde göreceğiz galiba.
MhmtSnmz (70 puan) Üye
2020-07-01 17:26:04
Ne oldu şimdi, anlamadım
Foudre1234 (50 puan) Üye
2020-07-01 15:56:19
Hehe Harem +1 :)