Overlord
Bir Başka Savaş - 4
Barbro’nun narasını duyan askerler telaşa büründü.
“Lordum, lütfen bekleyin! Böyle yaparsanız…”
Barbro, panik içinde bağıran şövalyeye asık bir suratla
baktı.
Eğer köylüleri hain ilan ederlerse önce hepsini öldürmeleri,
sonra da varlıklarından bir kanıt kalmayıncaya dek köylerini yakmaları
gerekirdi.
Ne olmuştu yani?
Barbro, astlarının neden verdiği emre uymadıklarını
anlayamıyordu. Sonuçta bu adamlar Marki’ye aitti ve sözlerine uymayarak ona
karşı çıkmış oluyorlardı.
“Bu nasıl bir saçmalık? Bir kraliyet emrine uymayan
kişilerin yaşamasına izin vermek suçtur!”
Bu doğruydu. Kraliyet ailesine yapılan bir hainliği göz ardı
etmek bir hakaret sayılırdı. Onları bağışlarlarsa öyle ya da böyle otoriteleri
zayıflayacaktı ve yönetmede zorluklar çıkacaktı.
Soyluların kendi topraklarında bile halk ayaklanmaya
kalkışırsa hiçbir merhamet olmadan ortadan kaldırılırlardı. Marki’nin
şövalyelerinin bu kadarını bilmesi gerekiyordu.
“Lütfen bekleyin Prens’im! İmparatorluk ile olan savaş yakındır.
Eğer Kral’ın etkisi altında bulunan vatandaşları öldürürsek bu tüm ordunun
moralini yerle bir eder! Ayrıca köyün savunmasına bir bakar mısınız? Burası
normal bir köy değil. Her ne kadar çok fazla köylü olmasa da kapıları kırmak
oldukça zor olacaktır. Bu durumda işler sakinleştikten sonra bizi neden içeri
almadıklarını sormalıyız.”
“Önce sorar, sonra birkaç tanesini asarız.”
“Elden bir şey gelmez. Sonuçta Barbro-sama’nın emirlerine
karşı gelerek kapıları açmadılar.”
“O kapıyı açın. Onlara bir ders vereceğiz!”
“Anlaşıldı!”
Prens Barbro, Carne Köyü’ne baktı.
Şövalyenin de dediği gibi kapı, kalın duvarlardan
oluşuyordu. Tob’un Yüce Ormanı’na yakın olması dolayısıyla bu kasıtlı olarak
yapılmış olabilirdi. Ancak gözcü kulelerinin yerleşme şekli yüzünden burası bir
sınır köyünden çok bir hisara benziyordu.
Burayı yıkmak oldukça uzun sürerdi.
Binden fazla asker dizilmiş, kapıyı açmaları için
bağırıyorlardı.
Eğer dikkatle dinlerlerse, kapıların arkada tarafından,
konuşma sesleri duyulabiliyordu.
Bu bağırışlar bir çakmak taşının kavı alev aldırması gibi
Prens Barbro’nun yüreğinde karışık duyguların doğmasına sebep oldu. Alev büyüdü
ve yanarken Barbro, düşünme yetisini kaybetti.
“Alevli okları ateşleyin!”
“A-alevli oklar mı?”
“Evet. Tanrı bilir daha ne kadar bekleyeceğiz. Dinleyin, bu
köyde daha fazla harcayacak zamanımız yok! O kapıyı birkaç dakika içinde
yıkabilirseniz tamam. Ama yıkamayacaksınız değil mi?!”
Şövalye dişlerini gacırdatırken sadece kafa sallayabildi.
“Onları alevli oklarla tehdit edin. Duvarların dışından
bağırıp çocukça davranmak yok. Şimdi yetişkinler işleri nasıl halledermiş
gösterelim!”
Şövalye şaşkın şaşkın bakarken yanındaki adam bağırdı.
“Majesteleri Prens’imizin emirlerine karşı gelmek… Marki’nin
adamlarından biri olduğuna inanamıyorum! Prensim, izin verin benim adamlarım
saldırıyı gerçekleştirsin.”
Konuşan kişi Baron Cheneko idi. Arkasında da birkaç
dalkavuğu duruyordu.
Barbro, aptal olmasına rağmen faydalı olan bu adamın burada
olmasına sevindi. Hayır, o da bir soyluydu ve eğer kendi kontrolündeki bir köy
de ayaklanırsa o da aynını yapardı. Prens Barbro’nun şu anda bulunduğu durumu
anlıyor olmalıydı.
“Öyle mi? O zaman size emrediyorum Baron. Alevli oklarınızla
köye hedef alın. Hayır, gözetleme kulelerini hedefleyin. Öyle yaparsak
kayıpları engellemiş oluruz, değil mi?”
“Ooh! Ne kadar da merhametli bir karar! Tam da Prens’imden
beklendiği gibi! O zaman izleyin bizi Prens’im!”
***
“Ane-san! Hazırız! Herkes siper aldı. Kalan tek kişiler
bizl—O da neydi?” Jugem havada garip bir şey hissetmişti.
Burada kalan savunma güçlerinin fikirleri birbirlerinin tam
zıttıydı. Yarısı gönülsüzce olsa da kapıları açmak istiyordu. Diğer yarısı ise
buna tamamen karşıydı. Bu tartışmanın sebebi köyün kahramanı Ainz Ooal Gown’a
ihanet edip etmeyecekleriydi. Bu yüzden de karar vermesi oldukça zordu.
“Aslında…”
Enri, Jugem’e bir şeyler söyleyecekken köyün dışından
gürültülü bir ses duyuldu.
“Carne Köyü’nün vatandaşları! Emredildiği üzere kapıları
hemen açmadığınız için Krallık’In sadık kulları olsanız bile sorgulanacaksınız.
Bu sebepten aranızdan bazılarını savaş alanına temsilci olarak götüreceğiz. Bu
kişiler de Ainz Ooal Gown’u teslim olması için ikna edecek. Böyle yaparak
Krallık’a olan sadakatinizi kanıtlamış olacaksınız!”
Atmosfer birden değişmeye başladı. Köylülerin içinde bir
öfke körüklenmeye başladı.
Enri hisleri de köylülerinkinden farklı değildi.
Köylülerin Krallık’ın vatandaşı olması ve sadık olması
doğruydu ancak bu sadakat, köylerini kurtaran kişiye duydukları karşılıksız
sadakattan farklı olarak zorunlu bir sadakatti. Sonuçta aileleri, dostları,
eşleri öldürülürken yardıma gelen tek kişi yüce bir büyü kullanıcısı idi.
“Ainz-sama’nın yoluna çıkmak için asla kendimi savaş alanına
sürdürtmem!”
“Bir karara varmadan önce ormana saklanıp gözlem yapamaz
mıyız?”
Havayı bir sürü gürültülü tartışma sardı.
Ancak bu tartışmaların tek ortak yönü kimsenin kahramanları
olan kişinin işine engel olmak istememesiydi.
Tam o sırada duvarların dışından bir şeyin gerilme sesi
duyuldu. Bu sesi birkaç nesnenin havayı ıslık gibi bir sesle delmesi izledi.
Sesler yaklaştıkça parlak, kızıl ışıklar havada belirdi ve bir yağmur gibi
gözetleme kulesine yağdı. Okların tahtayı delip yakmasının çıkarttığı ses
herkesin kulaklarına geliyordu.
“Olamaz…”
Krallık’ın ölümcül silahlar kullandığı gerçeği Enri’nin
nefesini kesti.
Şans eseri o sırada gözetleme kulesinde kimse yoktu.
Saldırmadan önce bunu biliyor olmalılardı. Ya da—
Ya da içeride biri olup olmadığını önemsemiyorlardı.
“An-Ane-san! Bize saldırmıyor olsalar da yaylarının
menzilinde durmamalıyız! Çabuk, bu tarafa!”
Hâlâ sarhoşlukla yanmakta olan kuleyi izleyen Enri, Jugem
tarafından çekilerek götürüldü. Jugem elinden tutup koşmaya başlarken hiç
direnmemişti, ama gözleri hâlâ gözetleme kulesindeydi.
Savunma kuvvetleri arkaya doğru dağılırken gözcü kulesi bir
cehennem gibi yanmaya başladı.
Sazdan yapılmış çatı birden alev aldı ve dev bir meşaleye
dönüştü.
Köydeki herkes, nerede durdukları fark etmeksizin kulenin
yok olduğunu görebiliyordu. Köyü acı dolu feryatlar kaplamıştı. Bu çığlıklardan
özellikle bir tanesi oldukça gürültülüydü. Enri nefesini ve kendini kontrol
altına almaya çalışırken acı içinde yüksek sesle bağıran adamı gördü.
Bu adam köye sonradan yerleşenlerdendi. Yüzü, nefret ve
umutsuzluğun bir karışımı gibiydi. Enri etrafına bakındığında sonradan gelen
göçmenlerin çoğunun yüzünde aynı ifade olduğunu gördü.
O anda Enri hatırladı.
Onların köyü de aynı şekilde yanıp yok olmuştu.
“Düşman!” diye bağırdı adam. “Onlar düşman! Böyle yaptıkları
hâlde nasıl düşmanımız olmazlar? Onlarla savaşacağım!”
“Bu nasıl bir Krallık?! Yardım etmemeleri yetmezmiş gibi bir
de köyü mü yıkacaklar!” Bu sitem tombul bir kadından gelmişti.
“Bunu nasıl yapabilirler?! Eğer beni öldürmek istiyorlarsa
durmasınlar! Benimle birlikte o piçlerden kaç tanesini öldürsem kârdır! İntikam
alacağım!” Çığlık genç bir adama aitti.
Delilik ve nefret tüm havayı kaplamıştı.
“Ane-san, karar vermemiz lazım.” Jugem’in sesi sakindi ve
yüzü, bir savaşçının zırhı kadar sertti.
“Ne? Ama insanlar şu an düşünemiyor bile. Karar vermeden
önce beklesek daha iyi olmaz mı?”
“Zamanımız yok. Ayrıca çılgınca saldırmayacaklarının bir
garantisi de yok. Köyün ne yapacağına şu anda karar vermeniz en iyisi.”
Bu mantıklı bir öneriydi. Ordu çoktan gözcü kulesini yok
etmişti. Bundan sonra büyük ihtimalle daha kötü şeyler olacaktı. Şu anda
hareket etmeleri gerekiyordu.
Kararlılığı bozulan Enri derin bir nefes aldı. Göz ucuyla
Nemu’nun elini tutan Nfirea’ya baktığında cesur bir şekilde başıyla
onayladığını gördü.
Bu, Enri’nin ihtiyacı olan son cesaret dozuydu.
“Millet! Tam şimdi herkes, köy olarak ne yapacağımıza karar
verecek! Kararımız ne olursa olsun umuyorum ki karara sadık kalırsınız!”
Köylüler koro halinde onayladı.
“Krallık’ın dediğini yapmak isteyenler elini kaldırsın!”
Tek bir el bile kalkmamıştı.
Kalbi göğsüne sert bir şekilde çarpan Enri bir kez daha
bağırdı.
“O zaman Krallık’a karşı son nefesine kadar savaşmak isteyen
herkes elini kaldırsın!”
Bir gök gürültüsünü andıran gürlemeyle sayısız el aynı anda
havaya kalktı. Yumruklarını sıkmış herkesin yüzündeki amansız ifade direnmekte
kararlı olduklarını gösteriyordu.
Bu korkutucu bir şeydi. Herkes ölümlerine gidecek bir yol
seçmişti. Yine de buradaki herkesi cesaretlendiren, korkuyu bastıran bir şey
vardı.
Bu, onlara yapılan nazik yardıma ihanetle karşılık vermeme
arzusuydu.
“O zaman savaşacağız! Borcumuzu ödemek için savaşacağız!
Jugem-san! Savaş planını sana bırakıyorum!”
Jugem öne çıktı ve Enri’nin yanında durdu.
“Azminizi anlıyorum. Hepiniz burada öleceksiniz. Bunu kabul
ediyor musunuz?”
Kıdemli savaşçının sözlerini kararlılıkla onayladılar.
“Solgun yüzünüze rağmen sesiniz gür çıkıyor. Çok iyi.
Kararınıza çomak sokmak istemem ama gençler kaçsa olmaz mı? Sonuçta ölecek
olanlar biz moruklar olmalı.”
Konuşan adam yaşlı biriydi.
“Haksız değil, ama bu imkansız değil mi? Düşman iki kapıyı da
tutuyor. Duvarlara tırmansak bile bizi hemen fark ederler.”
Evet, doğru. Eğer dümdüz kaçarsak öyle olurdu.”
Jugem haince gülümsedi.
“Saklanıp sonra kaçamayız. O yüzden ilk önce ön kapıyı
açacağız ve düşmanı içeri çekeceğiz. Gardları düşmüşken onlara sert bir şekilde
saldıracağız. Eğer yeteri kadar hasar verebilirsek düşmanın dağılmış askerleri
toplanıp bize odaklanacak.”
Jugem etrafına baktı.
“Böyle diyorum ama bunun bir tezgah olduğunu anlayabilirler.
Eğer öyle olursa, yeteri kadar saldırı gücümüz olduğu sürece düşmanın, askerlerini
toplamaktan başka çaresi kalmayacak. Sorusu olan?”
“Peki nereye kaçacaklar Jugem-san?”
“Çok bariz değil mi, Ane-san? Tob’un Yüce Ormanı’na. Ormanı
bilen Agu ve Britta’yı kaçış ekibine atayacağım. Onlar olmadan da biraz dayanabiliriz
diye düşünüyorum.”
Köylüler çoktan kendilerini ölüme hazırlamıştı, ancak
çocuklarının ölmemesini istemeleri oldukça doğaldı. Çocuklarının tehlikede
olduğunu bilmek onların savaşma gücünü azaltırdı.
Jugem ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı.
“Dinleyin. Savaşın ilk anlarında düşmanın birliklerini
birleştirmesini sağlayacağız. Sonra ise kuvvetlerini kırmak için savaşacağız ki
herkes kaçabilsin. Ne kadar şiddetli savaşırsak kaçma şanslarını o kadar
yükseltmiş oluruz.”
“Hahaha! Bu kadar mı?! Ah, rahatladım resmen.”
Bu sözlere birkaç kahkaha eşlik etti. Bu umutsuzluktan ya da
delilikten doğan bir kahkaha değildi. Sadece rahatlamanın verdiği basit bir
kahkahaydı.
“Karım ve çocuklarım kurtulduğu sürece pişmanlığım
kalmayacak. Şimdi Ainz Ooal Gown-sama’nın kibarlığını geri ödeme zamanı!”
Ah, doğru! Eğer bir korkak olarak yaşarsam kendi yüzüme
nasıl bakarım?”
“O zaman… Kaçış ekibi ne olacak?”
Jugem, Nfirea’nın sorusunu cevaplarken etrafına bakındı.
“Ane-san ve Ani-san kadınları ve çocukları korumaktan sorumlu
olacak. Ve az önce de dediğim gibi, Britta, Agu ve diğer goblinlere de ormanda
yol göstermeleri için ihtiyacımız var.”
“Ne?”
Enri şaşırmıştı.
Köyün şefi olarak Enri’nin de diğerleriyle kalması
gerekiyordu. Onlara ölmelerini emredip sonra kendisi kaçması olmazdı. Yine de
köylüler Jugem’in fikrine katılmıştı. Enri nasıl reddedeceğini düşünürken işler
çoktan kontrolünden çıkmıştı.
“Enri-chan, gerisini sana bırakıyorum.”
“Lütfen çocuklarıma iyi bakın. Karım çoktan ölmüş olsa da en
azından çocuklar…”
Köylüler sırayla Enri’nin ellerini tuttular ve umutlarını
ona aktardılar. Nfirea, gözlerinde yaşlarla Enri’nin yanına sokuldu.
“Haydi gidelim Enri. Amacımız hayatta kalmak. Bu savaşı
kaybedemeyiz. Kim bilir, belki Ainz Ooal Gown-sama tekrar gelip bizi kurtarır.
O zaman onun bölgesine adım atanlar biz olursak daha iyi olur.”
“Haklı.”
“Jugem-san…”
“Bizi çağırmak için kullandığın o boru… Bir daha
kullanmalısın bence, sence de öyle değil mi? Eğer şimdi kullanırsan bir yangını
bir bardak suyla söndürmeye benzer. Tüm bunlar bittikten sonra kullanıp daha
fazla yoldaşımızı yardım için çağırırsan daha iyi olur.
Enri, yaşlı gözlerini sildi.
“Anladım! Herkesin eşini ve çocuğunu koruyacağım! Haydi
gidelim Enfi!”
***

