Overlord
Ayaz Ejder Lordu- 16
“O
hâlde, hadi başlayalım.”
Arkasında
duran Shalltear’a bunu dedikten sonra Aura, yanında
getirdiği Dünya Sınıfı parşömeni açtı ve gücünü aktifleştirdi.
[Dağ
ve Nehirlerin Tasviri].
Basitçe
açıklamak gerekirse bu, hedefi kapalı bir alana mühürleyen bir eşyaydı.
Çizilmiş bir manzarayı gerçek dünyayla değiştiriyordu ve ardından gerçek
dünyayı da çizilmiş manzaraya çeviriyordu.
Bu
durumdaki “hedef” tanımı, süper
seviye büyü [İcat]’takiyle aynıydı ve belirli bir bölge kastediliyordu. O bölgedeki
canlı veya cansız hiçbir şey etkilerine karşı koyamazdı.
Bu
sefer bu devasa mağaranın içindeki her şeyi [Dağ ve Nehirlerin Tasviri]
tarafından yaratılan diğer dünyaya hapsedecekti.
Shalltear
ve Ainz, Dünya Sınıfı Eşyalarla korunuyorlardı, bu yüzden onlar diğer dünyada
kapana kısılmayacaklardı. Onun yerine yok edilen gerçekliğin yerine geçen
boyalı alanda kalacaklardı. Ancak eşyanın kullanıcısı Aura otomatik olarak
içine çekilecekti.
Bu
boyalı dünya, gerçek dünyayla neredeyse aynıydı. İçinde tuhaf veya olağandışı
bir şey yoktu. Fakat bu aslında bir illüzyondan ibaretti. [Dağ ve Nehirlerin
Tasviri]’nin gücü olmayınca, hedef alandan çıktığı anda her şey sis olacaktı.
Başka bir deyişle bu boyalı dünyada kazanılan herhangi bir hazine de sise
karışacaktı.
Tabii
ki gerçekliğin bu yer altı kesimine girenler bunu kendi istekleriyle
yapıyorlardı. Normalde Dünya Sınıfı Eşyalar, sahiplerini etkilemezler fakat bu,
eşyanın etkisini kabullenen sahipler için geçerli değildi. Bunların hepsi
geliştiricilerin oyuna getirdiği bir yama sayesindeydi.
Kişi
hedeflenen gerçekliğe 100’den başka alt dünya
ekleyebilirdi.
Örneğin
sürekli ateş hasarı veren ölümcül lava toprakları, buz hasarı veren kuzey
toprakları, belirli aralıklarla yıldırımlar yağdıran yıldırım tarlaları,
görüşün neredeyse sıfır olduğu musonlar veya sisli dünyalar gibi seçenekler
vardı.
İşin
tuhaf yanı, gerçekliğin üstüne kaplanabilecek savaş alanlarının da olmasıydı.
Belirli bir zamandan sonra, büyük bir destek ekibi düşmana saldırmak için
ortaya çıkıyordu. Ancak bu birlikler rakiplerinin gücünün yalnızca %60’ı kadar güçlüydü, bu yüzden genellikle düşman kaynaklarını
azaltmakla yetiniyorlardı.
Eğer
teke tek kapışmalar yapılması istenirse kişi, kullanıcının %80’inin
gücüne sahip daha güçlü varlıklarla karşılaşabilirdi. Bu yetenekten ötürü eğer
düşman, rakibi yenerse çok işe yarıyordu.
Bu
eşyanın en korkutucu kısmı insanları öbür dünyaya çekmesi değil, hangi
kullanıcıların dünyanın etkilerine maruz kalacağını seçebilmesine izin
vermesiydi. Kullanıcı ayrıca bu etkileri de seçebiliyordu. Başka bir deyişle,
eğer kullanıcı bir lav bölgesi yaratırsa, seçilmiş kişilerin alev hasarı
almalarını engelleyebiliyordu.
Ancak
kendince zayıflıkları da vardı.
Belirli
öbür dünyalar kullanılmadığı sürece, 40 kaçış rotasından biri aktifleşme
esnasında rastgele seçiliyordu ve eğer düşman bu rotadan kaçmayı başarırsa,
eşyanın sahipliği düşmana geçiyordu. Tabii ki bu kaçış rotalarının hiçbiri
basit değildi, ama kişinin eşyanın sahipliğini, eşya sahibini yenmeden kazanabilecek
olması, bunu ele geçirmeyi diğer çoğu Dünya Sınıfı Eşya’dan
daha kolay hâle getiriyordu.
Bu
sefer Aura o belirli öbür dünyalardan birini seçmişti, mühürlü bir alandaki
basit bir bölgeyi.
Kapana
kısılması dışında düşman, başka herhangi bir şeye maruz kalmayacaktı. Ancak
buradan kaçmanın yalnızca tek bir yolu vardı.
“Pekâlâ
Hanzo, bu dünyadan çıkış yolunu kapatmanı istiyorum. Eğer herhangi biri kaçarsa
büyük sıkıntı olur. Biraz eğil.”
Hanzo
saklandığı yerden gölgelere eğildi ve Aura’nın kaçış
yoluyla ilgili açıklamasına çok dikkat etti.
Her
ne kadar Aura yakınlarda pusuya yatmış birilerini algılamamış olsa da dikkatli
olmak gerekiyordu.
“Pekâlâ
Aura. Diğerlerinden sonra bu dünyaya kaç kişi girdi?”
“Ha?
Yalnızca iki kişi.”
Bu
cevap, düşmanda Dünya Sınıfı Eşya olmadığını gösteriyordu. Rahatlayarak nefes
verdiler.
Shalltear,
eski Kraliyet Başkenti sakinlerine baktı. Bütün sakinleri kaçınca burası büyük
fakat sessiz bir şehirdi
Quagoa’nın hükümdârı Klan Lordu’nu çabucak
yakalamaları ve Yüce Varlık’ın sözlerini ona iletmeleri
gerekiyordu. Ancak görünürlükleri evler tarafından engelleniyordu ve kaldığı
mekânı hiçbir yerde göremiyorlardı.
“Bu
evleri yakabilir misin?”
“Ha?
Yakamam. Ancak zamanla hasar verecek zehirli bir mekân yaratabilirim. Örneğin
eğer bir sürü ahşap ev varsa, bir lav bölgesi yaratıp onları küle
çevirebiliriz.”
“Bu
hepsini öldürür, o yüzden yapamazsın.”
“Evet.
Yine de azıcık aktif edip hayatta kalanların işini bitirebilirim, fakat
cevherleri erirse çok yazık olur.”
Quagoalar
çocuklarına metal ve benzeri şeyler yediriyorlardı, bu yüzden etrafta bir sürü
metal, işlenmemiş cevher ve mineral olmalıydı. Onları yok etmek israf olurdu ve
Shalltear da buna katılıyordu.
“Ayrıca
Ainz-sama’nın emirleri bizim emrimiz altına girmek
istiyorlar mı istemiyorlar mı onu görmekti.”
“Eğer
reddederlerse de sayılarını belirli bir miktara indirin dedi.”
“...Shalltear.”
Aura’nın kısık gözlerini gördükten sonra Shalltear, nereye
varmaya çalıştığını anlamıştı.
“Bir
şey olmayacak! Bu sefer işi batırmayacağım! Ke-sin-lik-le batırmayacağım!”
“Keşke
sorun o olsaydı.”
“Sanırım
şimdi anlıyorum. Kafanı kullanman gerek. Gidelim mi?”
“Mm,
hadi gidelim. O hâlde sayılarını azaltma işini sana bırakabilir miyim?”
“Sanırım
ben bu işe daha uygunum. Bu senin için sorun olur mu?”
Aura’nın gücü, büyülü hayvanlarına bağlıydı, bu yüzden böyle
şeylerde iyi değildi.
“Evet...
Eğer Mare burada olsaydı, bir deprem yaratıp çoğunu yok ederdi.”
“O
çocukta Nazarick’in en güçlü alan saldırıları var. O
alanda kendime güveniyorum, fakat gücüm böyle bir mekânda kısıtlı.”
Hazır
konusu açılmışken, onları yok etmek için deprem yaratmak, efendimizin “seçim” emrini yerine getirmezdi.
Eğer bunu yapabilseydi, o zaman yapması gereken tek şey hizmetçilerini çağırıp
ayrım yapmadan onları katletmek olurdu.
“Demek
böyle emirler aldın? Bu görevlerin hepsi öğrenmen içindi Shalltear.”
Aura,
efendisinin verdiği emirleri defalarca tekrarladı.
“Doğru,” diye yanıtladı Shalltear, ardından da bunu bir süredir
düşündüğünü söyledi.
“Şu
ana dek karşılaştıkları düşmanların gücüne bakılırsa, buradakilerin hiçbiri bir
Ölüm Şövalyesini yenebilecek gibi durmuyordu. O hâlde şans eseri mi yenildiler?
Daha sonra kaybolan bir şey çağırmaları veya bir eşya kullanmış olmaları daha
olasıydı. Ainz-sama’nın tahminlerinin yanlış çıkması
çok nadirdir.”
Shalltear,
Aura’nın ona dik dik baktığını fark etti. Neden böyle
yaptığını sormak istemedi.
“Ne?
Bir şey mi kaçırdım?
“Öyle
bir şey değil... Hım... ahhhhh. Ne şapşalsın~”
Shalltear’ın yüzünde sinir olmuş bir ifade belirdi.
Eğer
bir şey kaçırdıysa, neden ona doğrudan söylemiyordu? Aura cevap verene kadar
biraz zaman geçti.
“Baksana
─ sence Ainz-sama nasıl böyle bir hata yapmış olabilir?”
“Ölüm
Şövalyelerinin yenilmesi de Ainz-sama’nın planının bir
parçası mıydı? Ainz-sama’nın yarattığı Ölüm
Şövalyelerinin çok yüksek durum puanlarına sahip oldukları doğruydu. Şu ana dek
karşılaştığımız kimse onları yenememişti...”
Aura
bir yumruğuyla diğer eline vurdu. “Böyle bir şey mümkün
mü?” diye merak etti.
“Demek
öyle. Yani Ölüm Şövalyelerinin ölmesine bilerek izin vermek mümkün. Bu kadar
ilerisini düşünmemiştim, ama “tahminlerinin yanlış
olmadığını” söylemek istiyorum. Ölüm Şövalyeleri köprüden geçtiler, ama
sanırım düşerek öldüler. Ormandan geçtiğimizde köprünün orada ayak izleri vardı
fakat öbür tarafta yoklardı. Başka bir deyişle köprünün ortasında yenilmiş
olmalılar. Yani ölmelerinin tek bir sebebi olabilir.”
“Eğer
durum böyleyse, o zaman Ainz-sama’nın beklentilerini
aştılar mı?”
“Sana
öyle bir şey değil diyorum ya. Eğer Ainz-sama seninle ciddi konuşsaydı, dediğin
gibi olabilirdi Shalltear.”
“Bununla
ne demek istiyorsun?”
Shalltear
anlayamayarak kaşlarını çattı. Aura “Ahhhh!” yaptı ve ayaklarını yere vurdu.


