Overlord
Savaş Hazırlıkları - 2
İmparatorluk’un savaş ilanından beri iki ay geçmişti. Şimdi
ise hava, insanın nefesini buhara dönüştürecek kadar soğumuştu.
Krallık’ın tüm köylerinde evin dışında yapılması gereken
işler artık içerilerde yapılmaya başlanmıştı. Çok az sayıda insan evlerinden
çıkıyordu. Bu, tüm yıl boyunca çalışmış izlenimi veren maceracılar için bile
geçerliydi.
Aç yaratıkların köylerde birden ortaya çıktığı vakalar
gerçekleşip acil ihtiyaçlar doğsa da çoğunlukla yapacak pek bir iş yoktu. Bir
harabe ya da toprak parçası olsun, keşfedilmemiş bölgelere ayak basmak olsun, yılın
bu zamanında daha da tehlikeliydi. Bu sebepten de maceracılar bu mevsimi
dinlenme mevsimi olarak görüyordu ve enerjilerini eğitimlerine ve ek işlerine
harcıyorlardı.
Fakat E-Rantel’in Hisar Şehri şu anda hiç de öyle değildi.
Tüm şehir yaşam ve aktiviteyle doluydu.
Bu kargaşa Krallık’taki diğer şehirlerinkinden daha
farklıydı. Buradaki aktivitenin sebebi şehrin sıradan yaşantısı değildi.
Bu aktivitenin kaynağı, üç surun ardındaki dış bölgeden
geliyordu.
Burada toplanmış sayısız fakir giyimli insan vardı. Çoğu
sıradan halktı, fakat sayıları dudak uçuklatıyordu. Yaklaşık olarak 250 bin kişi
vardı. Elbette E-Rantel’de her zaman bu kadar insan olmamıştı.
E-Rantel’in üç devlet arasındaki ticaret trafiğinin bağlantı
noktası olduğu bilinen bir gerçekti. İnsanlar, paralar, eşyalar şehirde
serbestçe akıp giderdi. Bu yüzden de şehir oldukça büyüktü.
Ancak bu bile tek bir bölgede 250 bin kişinin toplanmasına
bir mazeret olamazdı.
O zaman neden bu kadar insan vardı?
Bu kalabalıkta en çok dikkat çekenler genç erkeklerdi.
Yalımı olmadığı için daha çok sopaya benzeyen mızrak taşıyan
binlerce erkek, samandan ve tahtadan yapılmış ve paslanmış kalkanlar ve zırhlar
ile kuşatılmış mankenleri dövüyordu.
Bu bir savaş eğitimiydi. Evet, burada toplanmış 250 bin
kişinin hepsi İmparatorluk ile yapılacak savaş için toplanmıştı.
Her yerden gürültülü savaş nidaları geliyordu. Elbette
bazıları içten bağırıyordu fakat çoğunu yaklaşan savaşın korkusu sarmıştı ve
bir daha eve dönememe ihtimalinin endişesinden uzak tutmak için kendilerini
eğitiyordu.
Yine de hepsi içten çalışmıyordu.
İmparatorluk ile olan savaşlar yıllık olaylardı. Bunun
sonucunda çoğu insan çöküyordu. Bu yüzden kendi hâlinde sadece yatan insanlar
da vardı. Kendi usanmışlıklarını etrafındaki kişilere yayan insanlar da
mevcuttu. Oturup dizlerini göğsünde kenetlemiş insanlar da…
Ne kadar yaşlı olurlarsa bu ruh haline girme ihtimalleri de
o kadar artıyordu.
Bu, Kraliyet Ordu’sunun gerçek yüzüydü. Yine de elden bir
şey gelmiyordu. Zaten zorla toplanmış bir orduydu bu. Toplandıktan sonra da
hayatlarını savaşta kendilerine hiçbir faydası olmayacak şekilde riske etmeleri
istenmişti. Geriye canlı dönebilseler bile ekinlerini hasat etmeye devam
edeceklerdi ve hayatları sadece daha da zorlu olacaktı. Tıpkı boyunlarındaki
bir ipin sürekli onları boğması gibi.
Bunun bir infazdan farkı yoktu.
Yük arabaları askerlerin hemen yanından geçti. Çok büyük
miktarda yiyecek taşıyorlardı.
Mantıklı konuşmak gerekirse, Krallık’ın nüfusunun yüzde
3’ünün yemek ve barınma ihtiyacını tek bir şehirle karşılamak zor olurdu. Acnak
E-Rantel, İmparatorluk ile yapılan savaşta en ön cephelerden biriydi ve
Krallık’ın askeri gücünü kaldırabilecek şekilde tasarlanmıştı.
İmparatorluk ile yapılan birkaç savaştan sonra şehir, 250
bin kişiyi rahatlıkla kaldırabilecek duruma gelmişti. Depoları devasaydı ve
büyük ihtimalle şehirdeki en büyük yapılardı.
Depolara erzak yağıyordu.
Motivasyonunu kaybetmiş insanlar bu yük vagonlarına korkuyla
bakıyordu. Sanki ölümün yavaş yavaş onlara geldiğini izliyor gibiydiler.
Herkes olacakları çok iyi biliyordu.
Bu erzak transferi çok çok büyüktü.
Bu da demekti ki, İmparatorluk ile olan savaş neredeyse
başlamak üzereydi.
***
Burası E-Rantel’in üçlü surlarının en içteki bölgesiydi.
Şehrin ortasında, E-Rantel’in belediye başkanı Panasolei
Guruze Dale Rettonmai’nin köşkü bulunuyordu. Bir şehrin liderine yaraşır
lükslükte bir ev olmasına karşın, hemen yanındaki evin yanında soluk kalıyordu.
Yanındaki bina şehirdeki en etkileyici binaydı. VIP villası.
Bina kilitliydi ve sadece kraliyetten ya da kraliyete yakınlığı olan birileri
tarafından kullanılabilirdi.
Ve şimdi, o villadaki bir odanın içinde birkaç adam, Kral
III. Ranpossa’nın ve Büyük Soyluların etrafında toplanmıştı.
Gazef, basit tahtında oturan Kral’ın yanında sessizce
duruyordu.
Odanın ortasını, üstünde kocaman bir harita açılı olan ve bu
haritalara bakan soyluların oturduğu büyük bir masa kaplıyordu. Haritanın
üstünde birlikleri simgeleyen birkaç damga bulunuyordu. Haritanın etrafında ise
sayılamayacak kadar çok, etrafa saçılmış belge, göstermelik rulolar, keşif
raporları, savaş belgeleri, yaratık olayları gibi birçok şey bulunuyordu.
Arkalarında su taşımak için kullanılan kovalar olsa da içindeki sular neredeyse
bitmişti.
Bu, odadaki tartışmaların ne kadar yoğun olduğunu gösteren
bir simgeydi.
Gerçek şuydu ki Büyük Soyluların tanınmış, soylu yüzlerinde
yorgunluk belirtileri baş göstermeye başlamıştı. Birinin gücü arttıkça
tartışılacak ve karara varılacak daha fazla şey olurdu. Düşük seviye sorunları
astlarına devrediyorlardı ve astlar da soyluların konularını bulundukları
partiye uygun şekilde koordine ediyordu.
Bu iş yükünün arasında, işin ucunda gururları olan
soyluların hiçbiri kendilerini başkalarının önünde utandırmayı göze alamazdı.
Ancak, bu şu anda bitmişti.
Soylular arasında en az yorulmuş olanı gibi gözüken Marki
Raeven konuşmak için ağzını açtı.
Hayır, ilk konuşan hep o olurdu. Bir yarasa kadar hafif
olabilirdi fakat kimse onun zekasından şüphe duyamazdı. Ona öncelik vermek, bu
karşıt fikirlerle dolu olan toplantıyı bitirmenin en hızlı yoluydu.
“Hepinize sıkı çalışmalarınız için müteşekkirim. Çoğu
mevzuda hazırlıklarımızı zaman sınırımız içinde bitirdiğimize inanıyorum.
Bundan sonra İmparatorluk ile olacak olan önümüzdeki savaşın stratejilerini
konuşmaya başlayabiliriz.”
Raeven bakışlarını odada bulunan kişilerde gezdirdi ve
herkesin görebileceği bir şekilde bir parşömen çıkarttı.
“Bu, İmparatorluk’tan birkaç gün önce gelmiş olan bir
beyanname. Önerilen savaş alanının neresi olması gerektiği konu alınıyor.”
‘Önerilen savaş alanı’ mantığı, savaş alanlarının lanetli
yerlere dönüşüp namevtlerin* doğması yüzünden çıkmış bir şeydi. Bu yüzden
savaşacak taraflar belli bir bölge belirler ve orada savaşırlardı. İki tarafın
da kabul ettiği varsayılırsa, böylelikle diğer ülkelere zarar vermeden
savaşılmış olurdu.
Tabii ki tüm savaşlar bu şekilde gerçekleşmiyordu. Hatta
antlaşmaların yapılması çok nadir bir olaydı. Ancak Krallık ve İmparatorluk son
birkaç yıldır karar verilmiş savaş alanlarında savaşıyordu.
Yeni bir toprak alsalar bile, yakınlarda namevtlerin doğması
işi daha da sıkıntıya sokardı. Toprakları lanetlenmiş ve yaşanmaz hâle gelmiş
bir yeri de savunmanın hiçbir anlamı yoktu zaten. İki taraf da bu görüşü
desteklediğinden antlaşma yapılıyordu.
“O zaman savaş alanı…”
“Eski savaş alanımızla aynı yer değil mi Marki Raeven?
Değilse başka neresi olabilir?”
“Öyle. Marki
Bowlorobe’nin de dediği gibi, savaş alanı geçtiğimiz yıllardakiyle aynı.
Sislerle kuşatılmış o lanetli yer, Katze Ovası. Spesifik olarak da kuzeybatı
bölgesi.”
“Aynı yerde savaşacağımıza göre İmparatorluk işgali de mi
yine aynı olacak?”
İmparatorluk, büyü kullanıcısı Ainz Ooal Gown’a hakkı olan
toprakları almada yardım edeceğini söylemiş olsa da soyluların çoğu, bunun her
zaman yaptıkları gibi savaş çıkartmak için bir başka saçma sebep olduğunu düşünüyordu.
Eğer durum böyle olsaydı Gazef kabul ederdi, fakat Raeven
kafasını salladı.
“Maalesef Marki Brumerush, olay öyle değil. Kaynaklarıma
göre İmparatorluk bu antlaşma için çok büyük miktarlarda askeri güç elde etmiş.
Önceden orichalcum seviye olan maceracılardan oluşan astlarımı bu işi
araştırmaları için gönderdim. Tam sayıdan emin değiller fakat aktif birliklerin
rozetlerine ve nişanlarına bakarak İmparatorluk’un sahada altı tam lejyonu
olduğunu söylüyorlar.”
“Altı mı?!”
Soylular şaşkınlıktan donakalmıştı.
İmparatorluk’un sekiz şövalye lejyonu vardı fakat şu ana
kadar tek seferde sahaya çıkarttıkları en büyük rakam dört olmuştu. Şimdi ise
bunun bir buçuk katı kadarını toplamışlardı.
“Ciddiler… mi?”
Soru, suratında huzursuz bir ifade olan bir soyludan
gelmişti.
İmparatorluk’ta altı lejyon 60 bin kişiye eşitti. Krallık’ın
250 bin askeri vardı fakat sayıda avantajlı olsalar bile birlik kalitesi
konusunda İmparatorluk avantajlıydı.
“Emin değilim fakat bu savaşın basit bir çarpışmayla
sonlanamayabileceği gerçeğini de ele almamız gerekiyor.”
Bu tarihe kadarki savaşlarda İmparatorluk’un yaklaşık 40
bin, Krallık’ın ise 200 bin askeri olmuştu. İmparatorluk bir saldırı düzenler,
Krallık püskürtür ve savaş biterdi. İmparatorluk’un amacı yavaş yavaş Krallık’ı
yormak ve yiyecek erzaklarını bitirmekti. O yüzden Krallık’ı sadece savaş
alanına sürmek bile onların ana hedeflerinden biriydi.
Eğer aynı şeyi yapmayı
planlıyorlarsa 60 bin askere gerek olmazdı. Bunu yapmalarının başka bir sebebi
olmalı, diye düşündü Raeven.
“Askere alma işlemini yoğunlaştırmamız yerinde bir karar
olmuş.”
Ancak bu kadar asker almanın maliyeti de ayrı bir karın
ağrısıydı.
Geçmişte, savaşları sonbaharın hasat zamanında yapılıyordu.
Bu savaş kışın yapılabilirdi ve bu da yakacak odun, sıcak kıyafetler ve daha
önce ihtiyaçları olmadığı şeyler için bir sürü masraf demekti.
Savaşın finansal durumuyla Kral ilgileniyordu. Eğer Kraliyet
Partisi büyümemiş olsaydı Kral’ın böylesine bir meblağ toplaması zor olurdu ve
gücü de oldukça azalırdı.
“Yine de, Marki Raeven. Sence de şu kendine kral diyen
müttefikleri büyü kullanıcısını etkilemek ve şov yapmak için bu kadar bir ordu
toplamış olamazlar mı? Sonuçta bizim karşımıza güçlü bir orduyla çıkmazlarsa
müttefiklerinin gözünden düşebilirler.”
“Bence de böyle olmuş olma olasılığı gayet yüksek. Aslında,
bu Ainz Ooal Gown ile iletişim kurmamış olmamız yüzünden bu olayın İmparatorluk
tarafından kurgulanmış olduğunu ve Ainz Ooal Gown’un sadece basit bir seyirci olduğunu
düşünüyorum. Bu olaya kendi rızasıyla bile katılmamış olabilir.”
Gazef içten içe olayın böyle olmasının harika olacağını
düşündü. Böylece öylesine güçlü bir büyü kullanıcısını düşman edinmezlerdi ve
bir sürü insanın hayatı kurtulmuş olurdu. Fakat bu çok iyimser bir yaklaşımdı.
Gazef şu ana kadar sıkıca kapadığı ağzını açtı.
“Konuşabilir miyim?”
“Elbette.”
Kral’ın izniyle beraber Gazef, endişelerini dökmeye başladı.
“Olayın böyle olduğunu hiç sanmıyorum. Slaine
Teokrasisi’ndeki belge gibi, bu savaş ilanının da basit bir sahtekarlık
olduğunu sanmıyorum.”
Soyluların yüzündeki memnuniyetsiz açıkça belli olmuştu.
E-Rantel ve etrafı üç ülkenin buluşma noktasıydı. Krallık ve
İmparatorluk ne zaman küçük savaşlara tutuşsa, Teokrasi çıkıp “İlk olarak,
E-Rantel ve civarı normalde Slaine Teokrasi’sine aittir. Krallık bölgenin
kontrolünü yasadışı bir şekilde almıştır ve bölgeyi orijinal sahiplerine
vermekle yükümlüdür. Uygunsuz bir biçimde el konulmuş böyle bir bölgenin güç
çekişmeleri için alet olması oldukça üzücü bir durumdur,” derdi.
Bunu duydukları zaman iki ülke de onlara olaya maydanoz
olmamaları söylemek istemişti, fakat şu tarihe kadar Teokrasi birliklerini hiç
sürmedi. Bu yüzden bu anlaşmazlığın sözlü olduğuna inanılmıştı.
Bu sefer ise tavırları oldukça farklıydı.
“Teokrasinin onunla ilgili kaydı yok, bu yüzden bu konuda
bir hüküm veremeyiz. Fakat cidden bu topraklar Aizn Ooal Gown’un hakkıysa, o
zaman onun haklı talebini tanıyacağız.”
Beyannamelerinde böyle söylemişlerdi.
Krallık’taki soylular bunun ardından öfkelenmişti ve
Teokrasi’yi işe maydanoz olmakla suçlamışlardı. Fakat bu belgenin ardındaki
gerçek anlamı anlayabilenler de olmuştu.
Slaine Teokrasisi’nin demek istediği şey, “Ainz Ooal Gown’u
kendimize düşman etmeye niyetimiz yok,” idi.
Bu da Slaine Teokrasi’sinin, bölgedeki en güçlü devletin,
bir büyü kullanıcısı ile zıt düşme riskine girmek istemediği demekti.
Fakat bu
anlaşılabilir, diye düşündü Gazef.
“Altı Yazıt’tan birini kolaylıkla yendi. Onları
öldürmediğini söylemiş olsa bile Slaine Teokrasisi böylesine güçlü birini
kendine düşman edinmek istemiyor. Eğer Ainz Ooal Gown bu savaşa İmparatorluk
tarafından sürüklenmiş olsaydı, Teokrasi böyle bir şey söylemezdi.”
“Hıh. Bir tane fazladan büyü kullanıcıları varsa ne olmuş?
250 bin askeri olan taraf biziz, unuttunuz mu?”
Kont Ritton, alaycı olduğu her tonundan belli olan sesiyle
beraber Gazef’e gülmüştü.
Gazef içindeki öfkeye direnmeye çalıştı. Yüce bir büyü
kullanıcısının şok edici gücünü anlayabiliyor olsa da Ritton’un dediğini de
anlıyordu.
Eğer bir şey bilmemiş olsaydı o da aynı şekilde düşünürdü.
Örnek olarak, İmparatorluk’ta Fluder Paradyne adında ünlü
bir büyü kullanıcısı vardı. İsmi uzak ülkelerce bile bilinirdi. Dedikodulara
göre 5. ve 6. seviye büyüleri kullanabildiği söylenirdi, fakat açıkçası kimse
onun ne kadar güçlü olduğunu bilmiyordu.
Bunun sebebi İmparatorluk’un savaşında yer alıp büyüsünü
Krallık’a karşı hiç kullanmadığı içindi.
Altıncı seviye büyüler her ne kadar etkileyici olsa da ne
kadar etkileyici olduğu hâlâ bir gizemdi.
Krallık’ın sayısız savaşından sağ salim çıkmış Savaşçı
Kaptan’ı Gazef bile böyle hissediyordu.
Soylular büyü kullanıcısı değildi fakat büyü konusunda
eğitim olarak görmüş olmalıydılar. Krallık’taki soyluların çoğu Fluder hakkında
bir iki şey bilirdi ve onu İmparatorluk’un propaganda için yaptığı basit bir
çocuk olarak görürlerdi. Maceracılar gibi büyü kullanıcıları ile az da olsa
kontağı olan soylular buna daha da çok inanırdı.
Kont Ritton da onlardan biriydi. Ona göre büyü kullanıcıları
basit sahne sihirbazlarından farksızdı. Tabii ki hasta olduğunda herkes gibi
bir rahibe gitmesi ayrı bir mevzuydu.
“Bunun tam anlamıyla doğru olduğunu düşünmüyorum. Eğer alan
etkili büyüler ve uçan büyüler kullanıyorlarsa başa çıkması oldukça zor
olabilir. Uzun mesafeli saldırılar da oldukça can yakar. Tabii ki profesyonel
büyü kullanıcıları kendilerine faydası dokunmayan bir şeyi yapmazlar. Yine de
İmparatorluk’un Ainz Ooal Gown’a olan tutumu çok garip. Eğer o da basit bir
büyü kullanıcısı olsa bu kadar ile gitmezlerdi. O yüzden gardımızı indirmesek
iyi olacak.”
Bu sert sözler, bir yaşlının asaletini taşıyan kırışık bir
surata ve beyaz saçlara sahip Uç Beyi Urovarna’dan gelmişti. Altı Büyük
Soylu’nun en yaşlısı olarak genç Kont Ritton ile tam bir tezat oluşturuyordu.
Yaptığı her hareket ve söylediği her söz Kont’u gönülsüz bir şekilde kafa
sallayarak kabul etmeye itiyordu. Ancak ona karşı olan bir kişi vardı, Marki
Bowlorobe.
“Hıh! Bu Ainz Ooal Gown da kimmiş? Ritton’un da dediği gibi
tek bir adam ne yapabilir ki? Havada uçabiliyorsa oklarımızla indiririz.
Uzaktan saldırıyorsa da aynı şekilde. Bir büyü kullanıcısı ne yapabilir? Savaş
alanını tek başına değiştirebilen büyü kullanıcıları sadece masaldan
ibarettir!”
“Kusura bakmayın, fakat ozanların söylediği kahramanlık
efsanelerinin doğruluk payı hiç mi yok?”
“Sanırım sayın Savaşçı Kaptan masalların dikkat çekmek için
süslenip püslendiği gerçeğinden haberdar değil. O kadar abartı ile
birleştiğinde hikayeler gerçeklikten çok uzaklaşır. Bunlar kulaktan kulağa
yayıldığında iş iyice çorba olur.”
“Ancak, [Alev Topu] kullanabilen çokça büyü kullanıcısı
toplarlarsa…”
“Peki [Alev Topu] kullanan onca insanı toplamaları sence ne
kadar mümkün sayın Savaşçı Kaptan?”
“Çok…. Mümkün değil.”
[Alev Topu] 3. seviye bir büyüydü. Büyü akademilerinden
toplasalar bile bu büyüyü kullanabilen çok sayıda büyü kullanıcısı toplamaları
imkansız olurdu.
“Cevabı kendiniz vermediniz mi o zaman? Büyü iyi bir
silahtır fakat ne kadar güçlü olursa olsun bir adam tek başına savaşın seyrini
değiştiremez! Beni bağışlayın fakat siz buna çok iyi bir örneksiniz sayın
Savaşçı Kaptan. Kimse size bir düelloda meydan okuyamaz fakat siz bile tek
başınıza binlerce insanı öldüremezsiniz!”
Haklıydı. Gazef, Marki Bowlorobe’nin tezini çürütecek hiçbir
şey bulamadı.
Tek bir büyüyle binlerce insanı öldürme hikayeleri oldukça
şüpheciydi. On Üç Kahraman’dan biri olan Rigrit Bers Carau moruğu bile böyle
bir şeyi gerçekleştirememişti.
Yine de Gazef’in içi hâlâ endişe doluydu.
Ya tanıştığı kişi mükemmel bir büyü kullanıcısı değilse, ya
budalanın tekiyse?
“Peki ya… Ejderha olma ihtimali?”
“Marki Brumerush… O büyü kullanıcısı bir insan. Neden
ejderha mevzusunu açtınız ki?”
“Hayır, tek başına bir ekiple savaşabilmesini kast ettim…”
“İlk olarak, burada biz insanları tartışırken ejderhaların
mevzusunu açmak hiç mantıklı değil! Ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama değersiz
küçük bir büyü kullanıcısından bu kadar korkmanız…”
Sert bakışlarını Gazef’e yöneltti.
“Krallık’ın soyluları olarak onun gölgesine sindiğiniz için
utanmalısınız! Yine de Savaşçı Kaptan’ın endişelerini anlamıyor değilim. O
zaman Ainz Ooal Gown’un beş bin adama denk olduğunu farz ederek devam edelim.”
“B-beş bin mi?”
Kont Ritton’un gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“Sence de bir adamı beş bin kişiyle bir tutmak fazla değil
mi? Yarısına denk tutsak o bile fazla olur.”
“Ben, sayın Savaşçı Kaptan’ın bin kişiye denk olduğunu
düşünüyorum. Savaşçı Kaptan’ımız bu kişi hakkında çok ihtiyatlı olduğu için
onun denk olduğu sayıyı beşe katladım. Savaşçı Kaptan’ın sözlerine inancım
tam.”
“Beni onurlandırdınız.”
Ainz Ooal Gown’un savaş güçlerinin sadece beş bin kişiye
denk olduğuna dair hâlâ endişeleri olsa da beş bin bile inanmayı zor kılan bir
sayıydı. Adama teşekkür edip moralini düzeltmeye çalışsa iyi olacaktı. Gazef
kafasını saygıyla eğdi.
Şu ana kadar sessiz kalmış Birinci Prens Barbro ağzını açtı.
“Biraz zamanınızı alacağım… Düşünüyordum da neden
maceracıları orduya almıyoruz? Sonuçta Krallık’ta çalışıyorlar, onlara neden
Krallık’ın askere alma politikası uygulanmıyor? Neden onları orduya katılmaya
zorlamıyoruz? Krallık’ta bunu engelleyen bir yasa olduğunu hatırlamıyorum.”
Büyük Soylular birbirine baktı. Toprak lordları olarak
maceracıların değerinin oldukça farkındalardı. Bu yüzden de Barbro’nun
düşündüğü gibi düşünmüyorlardı.
Gazef, Barbro’nun böyle düşünmesinin sebebinin Kral olduğunu
hissetti. Eğer Kral ona yönetmesi için bir toprak vermiş olsaydı böyle düşünemezdi.
Marki Raeven öksürdü.
“Prensim. Bakır seviyedekiler dışında tüm maceracıların
sıradan askerlerden güçlü olduğunu bildiğinizi varsayıyorum.”
“Elbette biliyorum. Tam da bu yüzden askere alındıklarında
çok iyi işler başaracaklarını düşünüyorum. İmparatorluk şövalyelerini çok rahat
bir şekilde yenebilirler!”
“O konuda şüphem yok. Ancak öyle yaparsak düşmanlarımız,
mesela İmparatorluk da aynı şekilde maceracıları askere alırdı. Bunun sonucunda
maceracıların birbirlerini öldürmesinden ziyade maceracıların halktan alınan
askerleri öldürmesi daha olası olurdu. Kayıplarımız daha çok olur ve zayıfların
çoğu ölürdü. Bu yüzden iki taraf da silahlanma yarışına girmemek için
maceracıları kullanmıyor. Ek olarak Maceracılar Loncası’nın kuralları buna asla
izin vermezdi.”
İşçiler de aynı şekilde alınamazdı. Ek olarak onlar hem
maceracılardan daha pahalıydı hem de daha az güvenilirlerdi.
“Anlıyorum. Kabul etmesem de fikrinizi anladım. Peki ya
bulundukları şehirlerden biri saldırıya uğrasa? O zaman bile güçlerini bize
vermeyeceklerse Krallık’ın vatandaşları olarak bu affedilemez olmaz mıydı?”
“Demeye çalıştığın şeyi anlıyorum. Ancak onlar, Krallık’ın
vatandaşı olup olmamalarını pek takmıyor. Ek olarak o sırada yolculuk halinde
olabilirler. Her durumda, ne kadar iyi olurlarsa o kadar çok ülke savaşta
zayıflar. Durum öyle bir noktaya gelebilir ki bir yaratık ortaya çıktığında
etrafta onu halledecek hiçbir maceracı olmayabilir. Bu yüzden de maceracı
konusuna dikkatle yaklaşmalıyız.”
“Marki Raeven, daha önceden emekli olmuş bazı maceracıları
kendi kuvvetlerinize kattığınızı söylememiş miydiniz? Orichalcum
seviyesindelerdi sanırım? Peki buna neden izin veriliyor?”
“Bunda bir sorun yok. Onlar artık Maceracılar Loncası’nın
kurallarına bağlı değiller. Emekli olduktan sonra üye sayılmıyorlar. Bu yüzden
onları işe aldım.”
“Nasıl söyleyebilirim bilmiyorum ama… Pek inandırıcı
gelmiyor.” İnce kahkahalar ve destek sözleri soylu safları arasında yankılandı.
“Yine de bu en fazla orichalcum seviyesine kadar olan
maceracılara etki ediyor. Adamantit seviyesindeki maceracılar bambaşka bir
mevzu. Krallık’taki iki admantit seviye maceracı partisi içinde…”
Odadaki her bir kişi Mavi Gül’ün şeytani kargaşa sırasındaki
cüretkar girişimlerini biliyordu.
“Onlar ilgi odağı olmadan önce başka bir adamantit seviye
maceracı grubu daha vardı. Hepsi emekli olmuş olsa da o zamandan beri işe
alınmadılar… Değil mi Savaşçı Kaptan?”
“Doğru. Dört kişiler. Birisi öğrencilerini kendi seçtiği
özel bir kılıç okulu açtı. İkisi yolculuğa çıktı. Sonuncusu da kaybolmadan önce
Mavi Gül’e üye olan bir teyzeydi.”
Başkentte gezinirken gelecekteki öğretmeni tarafından bir
eğitim salonuna sürüklenmişti ve cehennem gibi geçen günler boyunca kılıç
eğitimi görmüştü.
O karşılaşması yüzünden Gazef, Kral’a hizmet etmeye başlayan
paralı bir asker olmuştu. Eğer öyle olmasaydı…
Hayır, düşününce
bunlar bir yandan iyi anılardı da.
“Anlıyorum. ‘Karanlık’ adındaki bir maceracı ekibinin de
şehirde olduğunu duydum. Eğer ‘Güzel Prenses’ Nabe’e Ainz Ooal Gown ile
savaşmada güvenebilseydik… Gerçi bu çok zor duruyor.”
Bu esasen iyi bir fikir olsa da Maceracılar Loncası buna
asla izin vermezdi.
Bazı soylular yüksek sesle Lonca’ya laf atmaya başladı.
“Köylüden fazlası değiller!”
“Onların parasını kim ödüyor lan?”
“Krallık’ın vatandaşılarsa eğer Krallık için de
çalışacaklar!”
Gücü olan kişilerin, güce karşı boğun eğmeyi reddeden
Maceracılar Loncası’ndan hoşnut olmaması oldukça doğaldı. Ancak canavarlarla
sadece onların ilgilenebileceği de bilinen bir gerçekti.
Eğer Maceracılar Loncası Krallık’ı terk etseydi, Krallık’ın
güçlü yaratıkları yenme şansı yoktu. Bunun sonucunda da Krallık yavaşça yok
olurdu. Gazef gibi birinin varlığı bile bunu değiştiremezdi.
Yaratıkların çeşitli özel yetenekleri vardı ve onları yenmek
de çok çeşitli saldırı, savunma ve iyileştirme metodu gerektirirdi. Bu sebepten
dolayı maceracılar vazgeçilmezdi. İmparatorluk gibi güçlerine büyü
kullanıcıları ve korucuları katsalardı işler farklı olurdu gerçi…
“Ah, sizden beklendiği gibi majesteleri! Bence de çok iyi
bir fikir!”
Konuşan kişi bir barondu.
Bu toplantıda yer almak için fazla düşük rütbede biriydi. Bu
da demekti ki bir başkasının emrindeydi.
“Bir büyü kullanıcısı olarak, onun bu olaya dair bazı
içgüdüleri olabilir. Sadece ne dediğini dinlesek bile yeterli olabilir. Belki
de ne olur ne olmaz diye bir temsilci göndermeliyiz.”
Fikir birkaç onay ile kabul edildi. Onaylayanların çoğu
düşük seviye soylulardı ve Barbro’yu övme şekilleri düşünüldüğünde büyük
ihtimalle Soylu Parti’nin uşaklarıydılar.
Daha keskin gözlü insanların takındığı ifadeyi görememiş
olmalıydılar.
“Gidin o zaman,” diye buyurdu kral yorgun bir sesle.
“Momon-dono, adamantit seviye bir maceracı. Onu hiçbir şekilde
gücendirmeyeceksiniz!”
“Anlaşıldı! Ben, Cheneko bu hükmü harfiyen ileteceğim!”
Kral emirlerini tekrarladıktan sonra onu gönderdi. Gururla
dolup taşan soylu odayı terk etti.
Eğer yanlış bir şey olursa acımasız bir şekilde kenara
atılacağının farkında değildi.
“Hah… Asıl konudan çok saptık. Nereden kalmıştık… Ah, Ainz
Ooal Gown’un savaş gücü. Onu beş bin kişiye denk tutmaya kimse itiraz etmiyor
sanırım?”
Marki Raeven, Gazef’e baktı.
“Bir itirazım yok.”
Kişisel olarak Gazef bu sayının iki katının bile yeterli
olmayacağını düşünüyordu. Ancak onun gücünü bizzat görmeyenlerin bunu kabul
etmeyeceğini de biliyordu.
“Anlıyorum. İmparatorluk çoktan savaş alanı seçimini yaptı.
O zaman ordularımızı Katze Ovası’na sürmeye başlayabiliriz sanırım?”
Marki Raeven’ın bakışları odayı taradı ve baktığı soyluların
her birinden onay aldı. En son Marki Bowlorobe’ye baktığında adamın cevabı
gürültülü ve netti.
“Problem yok, Marki Raeven. Birliklerim her an harekete
geçmeye hazır. O zaman majesteleri, bir öneride bulunabilir miyim? Prens’e bir
şey emanet etmek istiyorum…”
Şu an odada sadece tek bir prens vardı. Herkesin gözü
Barbro’ya döndü.
“Zamanında Ainz Ooal Gown, Carne Köyü diye bir yerleşkeyi
kurtarmak için ortaya çıkmış. Eğer bu cidden doğruysa çok iyi. Ancak aklında
stratejik bir şey de olabilir. Askerlerimizden bazılarını köye gidip sorgulama
adına görevlendirmenin çok iyi olacağını düşünüyorum. Bu görevin komutasını ve
birliğini de Prens’e emanet etmek istiyorum.”
“Marki!”
Barbro, Marki Bowlorobe’ye baktı.
“Sessiz ol,” dedi Kral. “Bu çok da kötü bir fikir değil.
Oğlum, Carne Köyü’ne gitmeni ve köylülerden öğrenebileceğin her şeyi öğrenmeni
istiyorum.”
Gazef içindeki öfkeyi zapt etmek için elinden geleni yaptı.
Eğer Carna Köyü’ne giderlerse büyü kullanıcına dair faydalı
bir şey öğrenme ihtimalleri çok zayıftı. Ek olarak güçleri bölmek hiç de
bilgece bir hareket değildi. Bölünen birlik çok küçük olsa bile.
“Kral emreder ve ben de itaat ederim. Ancak belirtmek
isterim ki bu görevde benim rızam yok.”
Bunu duyan Kral’ın emirlerini geri çekmek gibi bir niyeti
yoktu. Barbro suratındaki hoşnutsuzluğu saklamaya bile çalışmadan kafasını
eğdi.
“Bazı seçkin birliklerimi sana köye kadar eşlik etmesi için
vereceğim. Ayrıca Prens’e eşlik etmesi için bazı soyluları da göndereceğim.
Toplam askeri gücün beş bin kişi kadar olacak.”
“Anlıyorum. İmparatorluk’tan sürpriz bir saldırı ihtimaline
karşı önlem alıyorsun. İçgüdülerinizden daha azını beklemezdim, Marki
Bowlorobe.”
Gazef, Raeven’ın sözlerindeki mantığı görebiliyordu. Fakat
hâlâ İmparatorluk Ordusu’nun, savaş alanı belirlendikten sonra bile böyle
sinsice bir metoda başvuracağı konusunda endişeleri vardı. Bu basit bir savaş taktiği
olsa da bir antlaşmadan sonra böyle sinsice bir saldırı yapmak komşu ülkelere
karşı saygılarının azalmasını sağlardı. Bu hareketle İmparatorluk kendi ayağına
sıkmış olurdu.
“Her ne kadar çok fazla askere ihtiyaç olduğunu düşünmesem
de Marki’nin bu zarif teklifini reddetmek saygısızca olur.”
“Çok teşekkürler, ekselansları. Şimdi, son bir sorum daha
var.”
Marki Bowlorobe bir anlığına duraksadı. Nefesini
toparlamaktan çok söyleyeceği şey için dikkatleri üzerine çekmek istiyordu.
“Savaşın genel kumandanı kim olacak? Kendimi önersem kimse
karşı çıkmaz sanırım.”
Odanın atmosferi birden değişti.
Bu dolaylı yoldan bir bildiriydi. Soru olarak sorulmuştu
fakat bunun altında tüm ordu üstünde otorite sahibi olacak birini seçmenin
verdiği güç ve ağırlık yatıyordu.
Eğer soylulara, Kral III. Ranpossa ile Marki Bowlorobe
arasında kimin daha iyi bir kumandan olduğu sorulsaydı soyluların çoğu ikinci
şıkkı seçerdi. Marki’nin Kraliyet Ordusu’nun beşte birini -50 bin kişi-
oluşturduğu düşünüldüğünde onu seçecek olmaları daha da barizdi.
Ek olarak Marki Bowlorobe aynı zamanda seçkin birlikleri de
kumanda ediyordu. Gazef’in savaşçı ekibinden etkilenmişti ve kendi profesyonel
savaşçı ünitesini kurmuştu.
Cidden iyi savaşçılardı. Gazef’in önderliğindeki savaşçı
ekibi kadar iyi olmasalar da İmparatorluk’un şövalyelerine denk olabilirlerdi.
Belki de direkt denklerdi. Sayıları ise 5 bin civarındaydı. Eğer Gazef’in
savaşçı ekibiyle çarpışacak olsalardı sayı üstünlüğünden dolayı Bowlorobe’nin
ekibi galip gelirdi.
Eğer Kral bizzat orada bulunmasaydı kumanda yetkisi şüphesiz
Marki Bowlorobe’ye kalacaktı. Fakat Kral da burada olduğundan, her ne kadar
Soylu Parti bunu pek kabul etmeyecek olsa da Kral III. Ranpossa’nın kumandan
olması gayet doğal olurdu.
Marki Bowlorobe Kral’a bu sorusuyla baskı uyguladığında
Gazef’in yüzü sert bir ifadeye bürünmüştü. Ancak Marki Bowlorobe, Gazef’in bu
ifadesini görmüş olmasına rağmen sakin kalmıştı. Bowlorobe’ye göre Gazef
yalnızca kılıçta iyi olan sıradan biriydi ve soylu kanı bulunmayan birinin bu
odada bulunması kesinlikle tolere edilemeyecek bir şeydi.
“Marki Raeven.”
“Evet!”
“Bunu sana bırakıyorum. Orduyu sağ salim Katze Ovası’na sür.
Oradan itibaren de karargah ve siperler de senin sorumluluğunda olacak.”
“Anlaşıldı.”
Raeven kraliyet hükmünü başıyla onayladı. Her ne kadar
Bowlorobe’nin istediği mevki elinden alınmış olsa da Raeven olduğu sürece karşı
çıkamazdı. Adamın yetenekli olduğunu biliyordu ve bu yüzden onu eleştirmek çok
zor olurdu. Daha önemlisi de Raeven’ın geniş bağlantıları vardı ve
Bowlorobe’nin adamlarının çoğunun ona borcu vardı. Eğer Raeven’ı çok sert
eleştirmeye kalkarsa işler daha da kötüleşirdi. Bu yüzden Bowlorobe’nin sırıtıp
kabul etmekten başka şansı yoktu.
“Marki Raeven, birliklerim size emanet. Bir ihtiyacınız
olursa lütfen söyleyin.”
“Çok teşekkürler Marki Bowlorobe. Zamanı geldiğinde ben de
size güveneceğim.”
Gazef, Kral’ın kararından sanki kendi kararıymış gibi mutlu
olmuştu.
“Başka bir şey kaldı mı?”
Kral bir süre bekledi fakat kimseden cevap gelmedi.
“O zaman harekete geçmek için hazırlıklara başlayalım. Yarın
ayrılacağız. Savaş alanına gitmemiz iki günümüzü alacak, o yüzden hazırlıkları
savsak bir şekilde yapmayın. Çekilebilirsiniz. Marki Raeven, iş sende.”
“Anlaşıldı, majesteleri.”
Soylular istikrarlı bir şekilde, hazırlıkları yapmak üzere
Kral ve Gazef’ten başka kimse kalmayana kadar odayı terk etti.
III. Ranpossa kafasını yavaşça çevirdi. Bir çatırtı sesi
duydu Gazef. Kral kaskatı kesilmiş olmalıydı. Gerindikten sonra Kral’ın yüzüne
bir rahatlama oturdu.
“Yoğun çalışmanızdan ötürü teşekkürler majesteleri.”
“Evet, cidden yoğun bir çalışmaydı. Yoruldum.”
Gazef Kral’ına çarpık bir şekilde gülümsedi. ‘’Yorucu’’
kelimesi Kraliyet ve Soylu partilerini idare eden biri için hafif bir kelime
kalırdı. Ancak yine de III. Ranpossa’dan daha fazla yorulan kişiler vardı.
“Zamanı geldi…”
III. Ranpossa konuşmasına devam edecekti ki kapıdan birkaç
tıklama duyuldu. Kapı yavaşça açıldı ve bekleyen misafir içeri girdi.
Misafir sade görünümlü bir adamdı. Tombul ve yiğit görünümü
dışında oldukça sıradan gözüküyordu. Kafa derisi ışığı yansıtıyordu. Saçları
neredeyse bitmenin eşiğine gelmişti ve son kalan tutamlar da beyazdı.
Bedeni yuvarlak, karın kısmı yağlıydı. Gıdısı ve çenesi ise
gevşekti.
Yine de sade görünüme rağmen gözlerinde zeka parıltıları
vardı. Ranpossa içten bir şekilde gülümsedi.
“Geldiğine sevindim, Panasolei.”
“Majesteleri,” dedi E-Rantel’in başkanı, saygıyla eğilirken.
Ardından bakışlarını çevirdi.
“Uzun süre oldu, Stranoff-dono.”
Panasolei bir soyluydu, yine de Gazef gibi sıradan birine karşı
oldukça kibardı. Zaten tam da böyle biri olduğu için bu yere atanmıştı.
“Selamlar başkan. Geçenlerde benimle ilgilendiniz. Astlarımı
iyileştirdiğin için teşekkürlerimi sunuyorum. Başkente rapor vermek için acele
ediyordum, o yüzden düzgün bir şekilde teşekkür edemeden ayrıldım. Lütfen
özürlerimi kabul edin.”
“Ah, hayır hayır kafana takma. Pusuyu bildirmenin ne kadar
önemli olduğunu biliyorum Savaşçı Kaptan. Sana bunun için garez tutacak kadar
inatçı biri olabilir miyim?”
İki tarafın da birbirine eğildiğini gören Kral neşeyle
güldü.
“Panasolei, burnundan çıkarttığın şu hışıltıyı yapmayacak
mısın?”
“Majesteleri… Sizin
gibi insanların yanında bunu yapmaya gerek yok. Yoksa majesteleri ve
Stronoff-dono beni bir soytarı ile mi karıştırdı?”
“Pardon, pardon. Sadece şakaydı. Affet beni Panasolei.”
“Ah hayır, sizin sadık kulunuz haddinden fazlasını söyledi.
Merhamet dilenmesi gereken benim, majesteleri. Pekâlâ, başlayalım mı?”
“Hayır…” Kral tereddüt etti, ardından cevapladı. “Hayır, hâlâ
burada olmayan bir kişi var. Onu da bekleyelim.”
“Pekâlâ. O zaman ilk olarak şehirdeki gıda fiyatlarını
konuşalım mı? Ondan sonra da Marki tarafından toplanmış bilgilerle sonraki sene
için Krallık’ın ulusal gücüne dair tahminlerine geçeriz.”
“Olur. Bu karın ağrılarını ne zaman omuzlarımızdan atarsak o
kadar iyi.”
Panasolei konuşmaya başladıktan sonra, Gazef gibi yönetimden
anlamayan biri bile somurttu.
Raporlarda şu an ve gelecek için ürkütücü giderler yer
alıyordu. Krallık’tan toplanan gıda Krallık’ın gıda eksiklerini daha da beter
bir hâle sokuyordu. Bir rapora göre de halk, savaştan döndükten sonra bile ülke
düşüşe devam edecekti.
Panasolei’nin tahminleri iyimserdi. Buna rağmen durum çok
kötüydü.
Kral’a gelince… Yüzü boş bir maske gibiydi.
“Durum nasıl böyle oldu…”
“Eğer… Eğer İmparatorluk her sene yaptığı saldırılara devam
ederse Krallık’ın çökme olasılığı çok yüksek. Vergileri şu anki gibi tutmak
onlarca kişinin açlıktan ölmesine sebep olacak. Eğer vergileri azaltırsak da
yeterli sermayemiz olmayacak.”
III. Ranpossa ellerini alnına götürüp yüzünü kapattı.
Bu, İmparatorluk ile yıllarca kılıç çarpıştırmanın
bedeliydi. İmparatorluk’un hedefinin Krallık’ın gücünü kırmak olduğunu
anladıklarında ise artık çok geçti.
“Majesteleri…”
“Ne sinir bozucu. Eğer daha önceden anlasaydık… Eğer
soylular partilere ayrılmadan önce bir şeyler yapsaydık… Ne aptalca.”
“Kesinlikle değil, Majesteleri. Öyle olsaydı Krallık ikiye
ayrılacak ve bir iç savaş çıkacaktı. İmparatorluk da bunu avantaj bilip bizi
işgal edip fethedecekti.”
Gazef bundan emindi. Kral III. Ranpossa iyi bir iş
çıkartmıştı.
Bu duruma gelmelerini sağlayan şeyler önceki kralın
durgunluğuydu. Birinin batırdığı şeyleri bir jenerasyonda düzeltmek imkansızdı.
“Sıradaki krala, çocuklarıma iyi bir Krallık bırakmak
istiyorum.”
Kral yavaşça konuşmuş olsa da her kelimenin güçlü bir amacı
vardı.
“O zaman… Bu tam da öyle yapma zamanı değil mi? Kargaşa
yüzünden oldukça destekçimiz var. Sonucu ne olursa olsun İmparatorluk’a bir
darbe vurmalıyız ki birkaç yıl da olsa Krallık için huzur kazanalım.”
Gazef, Kral’In gözlerindeki ışığı görebiliyordu. O ışık
endişelenmesine sebep oldu. Buna karşı çıkması gerektiğini biliyordu fakat
sustu.
Kral kendi arzularına ve hedeflerine göre konuşmuş olsa
belki karşı çıkacak yüzü bulabilirdi. Fakat fark etmişti ki Kral halkının ve
ülkesinin güvenliğini garantilemek adına konuşmuştu, bu da kelimelerin
boğazında kalmasına sebep oldu.
Kral’ın ülkesi adına çektiği acıları ilk elden tecrübeleyen
Savaşçı Kaptan ona karşı konuşamadı.
“Bu kesinlikle mümkün olsa da bunun tehlikeli bir adım
olduğunun farkında olduğunuzu düşünüyorum. Eğer soyluların gücünü azaltmak
adına harekete geçerseniz ülke kaosa sürüklenebilir.”
Kral’ın kaşları büküldü ve Gazef’in kalbine bir ağrı girdi.
“Her zamanki gibi kesinlikle doğru bir noktaya parmak bastın
Panasolei. Bir ameliyatta birinin ölme şansı olsa da fazla yaşama şansı da
olabilir. Eğer işleri olduğu gibi bırakırsak hastalık tüm vücuda yayılır ve
bizi yavaşça öldürür. Bu durumda harekete geçip anı yaşamayalım mı?”
“Kralım, ameliyatlar güvenilir değildir. Başka bir çözüm
bulmamız daha iyi olacaktır.”
“Krallık’ın kederlerine bulunacak büyülü bir çözüm falan
olsaydı umutlarımı ona verebilirdim. Ne yazık ki böyle bir şey yok. Bedeni açıp
hastalıklı parçayı çıkartmak gibi ilkel bir yöntem, kötü vaziyetimizin tek
çaresidir.”
Bir Kral’ın ülkesini kurtarmak adına düşündüğü çözümleri
duyunca odaya kasvetli bir sessizlik çöktü.
Ardından, tam bu kasvetli atmosfer sonsuza dek sürecekmiş
gibi dururken kapı, havadaki umutsuzluğu parçalarcasına tıklatıldı.
Bir cevap beklemeden içeri giren kişi Marki Raeven idi.
“Gecikme için özür dilerim beyler.”
Odaya bir rahatlama çöktü.
“Ah, tam da aradığımız adam. Marki Raeven, sana büyük bir
yük yükledim.”
Raeven bir anlığına Kral’ın ne dediğini anlamadı ve şaşkın
bir ifadeye büründü. Fakat hemen yorgun ifadesine geri döndü.
“Hayır, kafanıza takmayın majesteleri. Açıkçası Marki
Bowlorobe’ye kumandanlığı emanet etmek aptalca olurdu. Sonuçta o sadece
saldırmayı ve kaçmayı bilir.”
Raeven bu sert eleştiriyi ciddi mi yoksa öylesine mi
söylemişti belli değildi. Belki de havadaki kasvetli havayı hissedip ortamı
gevşetmek için söylemişti.
“Ek olarak, eğer majesteleri ordunun direkt kontrolünü almak
isteseydi tek bir yanlış adımda Soylu Parti savaşın ortasında geri
çekilebilirdi. Bu yüzden kumandan rolüne benden daha uygun biri olamazdı. Doğal
olarak da yoruldum ve tüm bu işlerden sonra kendi topraklarımda birkaç ay
dinlenmek istiyorum.”
Bu sözle birlikte Raeven’ın ifadesi birden sertleşti.
“Sertliğimden dolayı özür dilerim fakat şu an vakit
kaybedecek lüksümüz yok. O yüzden bu işi çabucak halledelim.”
Adamın yüzü bir yılanınki kadar soğuk dursa da Gazef adamda
insani duyguları ve ona saygı duymasını sağlayacak niteliği hissedebiliyordu.
Doğal hâlini önceden
göremediğim için tam bir aptalım. Cidden insanları okumakta bu kadar mı
kötüyüm?
Kalbindeki bu pişmanlıkla Gazef, başkentten ayrılmadan önce
Kral’ın odasındaki toplantıyı anımsadı. Toplam beş kişi vardı. Kral, Gazef,
Üçüncü Prenses Renner, İkinci Prens Zanack ve Marki Raeven. Özellikle sondaki
iki kişinin söyledikleri Gazef’in saraya karşı olan sabit ön yargılarını kırmış
ve Gazef’i şaşırtmıştı. Gazef’in o zamanlar hor gördüğü bir kişi vardı. Ona bir
yılan ve bir akrebi hatırlatan bir adam… Gazef’in bir haşerat olarak gördüğü
adamın aslında Kral için en çok çabalayan adam olduğunu görünce Gazef’in
yaşadığı şaşkınlığı tarif edecek hiçbir kelime yoktu.
“Sürekli sen ve kızıma bela çıkartıyor gibi görünüyorum,
Marki Raeven.”
III. Ranpossa, samimi bir ifade ile oturan Raeven karşısında
kafasını eğdi.
“Majesteleri, lütfen böyle yapmayın. Size danışmadan kendi
başıma hareket ettim zaten. Tek pişmanlığım daha önceden davranmamaktır.”
“Marki Raeven, benim de özürlerimi sunmama izin ver,” dedi
Gazef ve uzunca bir şekilde eğildi. “Asıl amaçlarınızı anlamadan sizin
hakkınızda saygısızca düşüncelerde bulundum. Lütfen benim gibi bir aptalı
affedin.”
“Savaşçı Kaptan, endişelenecek bir şey yok.”
“Yine de aptallığımın cezasını çekmezsem kalbimde bir yara
kalacak.”
Raeven’ın yüzünde “Cidden mi?” der gibi bir ifade vardı.
Kafasını birkaç kere salladı. Ardından Gazef’in cezasını dikteledi.
“Anlıyorum. O zaman bundan sonra size Savaşçı Kaptan olarak
değil, Gazef-dono olarak hitap edeceğim. Size karşı saygımın bir göstergesi
olarak düşünün.”
Bu, ceza bile sayılamayacak bir cezaydı.
Gazef’in kalbinde, fark ettiği ama göremediği bir düşünce
büyümeye baş göstermişti. İçten bir şekilde teşekkürlerini sundu.
“Müteşekkirim, Marki Raeven.”
“Kafanıza takmayın Gazef-dono. O zaman bugünden sonra
Krallık’ın nasıl bir adım atacağını tartışalım.”
Çeviri Notları:
*Namevt: İngilizcesi “undead” olan kelime. Türkçede resmi olarak bir karşılığı yok fakat Dungeons and Dragons: Player’s Handbook çevirisinde “namevt” olarak çevrildiğinden bu çeviriyi kullanmayı uygun gördüm. Tam karşılamasa da alternatif anlamları: Hortlak, yaşamayan, ölmemiş…

