Overlord
Bir Başka Savaş - 7
Ay ışığı ile bezenmiş ovanın üstünde bir kamp vardı. Hiç
çadır veya çit olmadığı için buna bir kamp demek zor olurdu. Ovada bir ordu
vardı demek daha doğruydu.
Çoğu hırpalanmıştı ve yorgunluktan yere çökmüştü. İnsanın
nefesini buharlaştıracak kadar soğuk bu havada uyuyabilmelerinin tek sebebi
aşırı bitkin durumda olmalarıydı. Yerde kuklalar gibi yatanların arasında bir
kişi yürüyordu.
Bu kişi, savaşı kaybetmiş olan Prens Barbro idi.
Hayatta kalabildiği için kendini şanslı mı saymalıydı yoksa
böylesine büyük bir güçle karşılaştığı için şanssız mı, bilemiyordu.
Carne Köyü’nde birdenbire ortaya çıkmış bu goblin ordusu
güçlüydü. Hayır, ezici bir güçtelerdi. Barbro’nun birlikleri çatışmaya girdiği
anda ezilmişti ve bozgun kaçınılmaz olmuştu. Askerleri adeta saniyeler içinde
erimişti.
Peki bu goblinler de kimin nesiydi?
Barbro bu cevabı bilmek istiyordu.
Aklına gelen tek şey goblinlerin Tob’un Yüce Ormanı’nda
büyük bir krallık kurmuş olabileceğiydi. Eğer güneye yürüyorlarsa bu
anlaşılabilir bir durum olurdu. Onunla beraber kaçmayı başarmış soylular da
aynını düşünmüş ve aynı sonuca varmıştı.
Şansız oldukları sonucuna…
Goblinlerin oldukça seçkin olduğu sonucuna…
Goblinler ile bilgi toplayıp geri dönmenin bile makul bir
başarı olduğu sonucuna…
“Aptallar.”
Barbro yumruğunu sıktı.
Mazaretleri ne olursa olsun kaybetmişlerdi. Ve o goblinler
de şüphesiz güçlüydü. Onlarla savaşmış herhangi biri Barbro’nun neden
kaybettiğini anlayabilirdi.
Ama cahiller için Barbro, goblinlere kaybetmiş bir prens
olarak anılacaktı. Herkesin güldüğü bir şamata malzemesi olacaktı.
“Siktir! Siktir! Siktir!”
Kalbi sinir ve üzüntü ile kaynıyordu. Bu yüzden en az
askerler kadar yorulmuş olsa da onu uyku tutmamıştı.
Gözlerini her kapadığında Krallık’a geri döndüğünde ona
edilecek alayların ve yöneltilecek nefretin sesini duyabiliyordu.
Barbro’ya göre savaş bitmişti. Artık Katze Ovası’na gidip
İmparatorluk ile olan savaşa katılması imkansızdı.
Aniden birinin varlığını hissetti. Uyuyan askerlerin varlığı
değildi bu, kaçtıkları yönden gelen bir varlıktı.
Kaçmayı başaran başka askerler miydi bunlar? Yoksa
peşlerinden gelen goblinler mi?
Barbro kaygıyla döndü ve yüzünü bir şaşkınlık kapladı. Orada
duran figür Barbro’nun baktığını görünce hafifçe el salladı.
“Naber~”
Böyle geniş bir düzlükte fark edilmeden nasıl buraya
gelebilmişti? Yaklaşık yirmi metre uzağında güzeller güzeli bir kadın samimi
bir ifadeyle ona karşı gülümsüyordu. Eğer şu an şehirde olsaydı ona karşı
şehvetle bakabilirdi, ama şu anda bir düzlüğün ortasındalardı. Bu bir köyde
bile yaşanacak şey değildi.
En garip olan şeyse kıyafetleriydi. Üstündekiler bir
hizmetçinin giysilerine benziyordu.
Eğer silahları olsaydı bir maceracı olduğunu düşünebilirdi,
ama bu da hiç mantıklı gelmiyordu.
Bir yaratık mı?
Fikir birden zihninde belirmişti. Bazı yaratıklar oldukça
güzel bir görünüme sahip olabiliyordu. Periler bunun bir örneğiydi. Ama
hizmetçi kıyafetleri düşünülünce bu pek de olası gözükmüyordu.
“Selam, birazcık oynamaya geldim~. Kötü bir zamanda
gelmemişimdir umarım?”
Bu cümleden Barbro’yu küçümsediği çok net bir şekilde belli
oluyordu.
“Sen kimsin?”
Soruyu sorarken bir yandan belindeki kılıca uzanmaya
başlamıştı.
Basit ve klişe bir soru sormuştu, ama sorusunda ciddiydi.
Kızın kimliği tam bir gizemdi, bu yüzden ne soracağını pek akıl edememişti.
“İsmim Lupusregina. Ainz-sama’nın hizmetçilerinden biriyim.”
Gizemli kadın tekrardan ellerini kaldırarak selamladı. Kadının
söylediği şeyler Barbro’nun kalbine saplanmıştı.
“N-Ne?”
Barbro o kadar şaşırmıştı ki etrafındaki askerleri
uyandırmayı unutmuştu.
“Hayır, hayır böyle şeyler konuşmayalım. Sonuçta çok şey
yaşadın. Ama biliyor musun, bence biraz hile yaptılar. Yani goblin ordusu
kullanmak biraz korkakçaydı. Ben bile o insan kızı, Enri’yi izlerken şaştım
kaldım. Bu kadar çok goblinin ortaya çıkacağını kim bilebilirdi ki? Hehehe.”
Lupusregina kahkahaya benzeyen bir ses çıkarttı.
Bu şüphesiz bir alaydı fakat Barbro’nun morali bunu
takmayacak kadar bozuktu.
“Ne diye buradasın?!”
Arkasından, bu bağırışına cevap olarak kıpırdayan birilerini
hissedebiliyordu.
Alay etmesi bir yana, eğer bir pusu düzenlemek istiyorsa
hareketleri oldukça garipti. İlk olarak kendini göstermesine gerek yoktu. Yoksa
bu dikkatini dağıtmak için bir numara mıydı? Dikkati dağılmışken arkalarından
mı saldıracaklardı?
Hayır, o, ilk Prens olarak oldukça değerli biriydi.
Şanslıysa planları onunla pazarlık etmekti, değilse onu
rehin alabilirlerdi.
Ancak bu durumdaki pazarlıkların onun lehine sonuçlanmasının
hiçbir imkanı yoktu. Büyük ihtimalle bir mahkum olacaktı.
Barbro her saniye tahtın kendisinden çok daha uzaklaştığını
hissedebiliyordu.
Yine de buna sebep olan kişiler, onu bu köyden bilgi almak
için gönderen Krallık’ın üst kademelileriydi
Eğer mahkum olursa Ainz Ooal Gown ile tanışma fırsatı
bulabilirdi. Duruma göre Krallık’ın topraklarının dörtte birini vererek Ainz’den
onu tahta oturması için yardım isteyebilirdi.
Böylesi bir kötü durumdan en iyi böyle sıyrılabilirdi.
Barbro böyle düşünüyordu.
“Hayır, hayır. Gelmemin tek bir sebebi var.”
Lupusregina derin bir nefes aldıktan sonra devam etti.
“Katliam yapmaya geldim!”
Barbro bağırmadan önce birkaç kez göz kırptı.
“Ne?! Ne saçmalıyorsun sen be! Kiminle konuştuğundan haberin
yok mu?! Ben Re-Estize Krallığının Birinci Prensi Barbro Andrean Ield Ryle
Vaiself!”
“Ha? Öyle diyorsun ama yine de basit bir insan değil misin?
Yanılıyor muyum? Bizim için hepiniz aynısınız. Ha, prens olduğunu zaten
biliyordum.”
“Öyle mi?! Benim dışımdaki herkesi öldürmek mi istiyorsun?
Bu hiç iyi bir fikir değil. Eğer beni esir alırsan krala haber göndermesi için
birilerini yollaman lazım. Yoksa pazarlıklar oldukça zor bir hale gelir.”
Lupusregina garip bir şey söyleyecekmiş gibi yana doğru
eğildi.
“Hayır, hayır. Ne homurdanıyorsun sen ya? Tekrar diyorum
bak. Kat~li~am. Hepinizi öldüreceğim için bir katliam olacak. Kafan basmıyor mu
yoksa? Ah, değerli biri olabilirsin ama seni yanımda taşımaya hiç niyetim yok.”
“Ne diyorsun be sen?! Ne kadar değerli olduğumu anlayamıyor
musun? Ben Veliaht Prens’im! Beni öldürmeyi nasıl düşünebilirsin?! Soyluları
esir alır ve fidye istersin! Yoksa toprak mı istiyorsun? Beni hayatta tutarak
çok daha fazla avantaj sahibi olursun!”
“Of be dostum, bu adam da amma kafa ütülüyor.”
Lupusregina suratına rahatsız bir gülümseme oturttu.
Ardından bir bebeğe bir şey açıklarmış gibi olan ses tonuyla devam etti.
“Yüce Ainz-sama’nın planlarının hiçbirinde yoksun. Bu yüzden
de öleceksin. Anladın mı?”
Barbro afalladı.
Lupusregina’nın tehdit etmediğini anlayabiliyordu.
İstemsizce yutkundu.
“Cidden mi? Beni öldürecek misin…?”
“Ah, bu güzel bir yüz ifadesi. En sevdiklerimden.
Sevdiklerim listemde gitgide yükseliyorsun.”
“O zaman…”
Lupusregina boş bir ifadeyle konuştu. Barbro ise yüzündeki
sert ifadeye rağmen gülümsemeye çalışıyordu.
“Ainz-sama’nın emri hepinizi katletmek. Bu yüzden hiçbiriniz
buradan sağ çıkmayacak.”
İfadesi birden alaycı bir hâle döndü.
“Sizi en çok ne eğlendirir diye biraz düşündüm de… O yüzden
sizin için en güzel rakibi seçtim. Size zorluk çıkartmış goblinler!”
Ellerini kaldırdı ve “ta-da!” dedi. Birden Lupusregina’nın
gölgesinden birçok gölge çıktı ve önlerindeki boş alana yayıldı.
“Kırmızı Başlıklıları çağırdım!”
Sayıları 30 kadardı.
Önceden gördükleri gibi şeytani ve çarpık bakışlı
goblinlerdi bunlar.
Hepsi sivri kırmızı başlıklarla ve çelikten çizmelerle
kuşanmıştı. Ellerinde ay ışığının etkisiyle mavi mavi parıldayan baltalar
vardı.
“Düşman saldırısı! Ne yapıyorsunuz?! Uyanın! Silah başına!
Düşman burada!”
Barbro’nun bağırışıyla askerler uyandı ve uyku sersemi
bakışlarıyla ay ışığının altındaki düşmanları gördüler.
“Seviye 43. Biraz abartmış olabiliriz ama daha düşük
seviyede başka goblin yoktu.”
Her tarafı çığlıklar sardı.
Az önce goblinler tarafından cehennemi yaşamış askerler
tekrardan goblinlerle savaşacak cesareti bulamadılar.
Düzensiz bir biçimde savaşmaya bile yeltenemeden kaçmaya
başladı.
“Kaçmayın! Savaşın! Savaşın! Kalkın da savaşın be! Koruyun
beni!”
Kimse Barbro’yu dinlememişti. Soylular bile kendi atlarına
koşuyordu.
“Ahahaha! Bu bir şaheser! Böylesi dümdüz bir arazide
kaçacağınızı düşünüyorsunuz demek! Ah, çok komik! Çok seviyorum bunu ya!”
Lupusregina’nın alaycı sesini Barbro çok iyi biliyordu.
Hayatta kalmasının tek bir yolu vardı. O da düşmanını
öldürmekti.
“Ata binerseniz kaçabileceğinizi düşünüyorsunuz… Ne kadar da
aptalsınız. Şu aptalların ayaklarını keser misiniz benim için?”
Kırmızı Başlıklılar koştu ve yaklaşan katliam için
beklentiyle tezahürat ettiler.
Tıpkı vahşi yaratıklara benziyorlardı.
Kaçmaya çalışan dağınık adamların aralarına karıştılar.
Ardından… Havayı bir çığlık kapladı.
Bu, at sırtında kaçmaya çalışan bir soylunun çığlığıydı.
Bu çığlığı başka çığlıklar izledi.
“Şey, sayınız biraz az olduğundan pek eğlenemeyeceğim gibi.
Yapacak bir şey yok. Eğlenebildiğim kadar eğlenmeme bakacağım o zaman. Sol-chan
gibi yeteneklerim yok ama ben de hiç fena değilimdir.”
Lupusregina, kılıcını çekmiş olan Barbro’ya doğru yürüdü.
Bir yürüyüşe çıkmış gibi rahat adımlarla yürüyordu.
Güzel yüzünü bıçak gibi yaran gülümsemesi Barbro’nun
titremesine sebep oldu.
Barbro’nun ölümün verdiği tatlı kurtuluşa ulaşması otuz
dakika sürmüştü.

