Overlord
Ayaz Ejder Lordu- 5
Karşısında, her zamanki tanıdık oda duruyordu. Şaşırtıcı
bir şekilde, hiç ısı yoktu. Hem de döküm potalarına bu kadar yakın olmasına
rağmen. Bu büyülü bir hava sonucuydu. Bakışlarını etrafta gezdirirken, kızıl
alevlerle parlamakta olan potayı gördü.
Ardından, ateşe bakmakta olan birini fark etti.
Ne? Orada duruyor
değil mi? Kabine Sekreteri tam rahatlayarak iç çekecekti ki bir kez daha
nefesini tuttu.
Çünkü havada nedeni anlaşılamaz bir gariplik seziyordu.
Neden Dökümcübaşı sessizdi? Dışarıdaki dökümcülere göre odasına giren kişilere
hemen tepki göstermeliydi.
“Hey.”
Bu sözler basit nefeslerden ibaretti, ancak adam duymuş
olmalıydı. Ancak Dökümcübaşı’ndan
hâlâ bir cevap yoktu.
“Hey!”
Kabine Sekreteri endişelenmişti ve bağırmıştı. Ancak
beklenildiği üzere, Dökümcübaşı tepki vermedi.
Derin derin nefes alarak Dökümcübaşı’nın yanına doğru gitti.
“Hey!”
“Ne?”
Sonunda bir cevap gelmişti. Kabine Sekreteri neredeyse
uzuvlarındaki gerginliğin gitmesiyle yere yığılacaktı.
“Ne?
Ne? Sakın...”
Kabine Sekreteri’nin sözleri canlılığını yitirdi.
Neden Dökümcübaşı ona bakmak için dönmemişti?
Arkadaşı için endişelenen Kabine Bakanı, adamın etrafında
daire çizerek yüzüne baktı.
Normalden farklı görünüyordu. Sanki avlanmış bir hayvan gibiydi.
Daha da önemlisi, sanki kendi adamlarını öldürecekmiş gibi korkunç bir ifade
vardı yüzünde.
“Ne
oldu?”
Dökümcübaşı’nın yüzü sonunda kendisine sorulan bir şeye tepki göstererek
hareket etti. Hayır, hareket eden tek şey, Kabine Sekreteri’ne bakmak için dönen gözleriydi.
“Ne
oldu? Ne... Ne oldu? Söylesene!”
Dökümcübaşı’nın eli hareket etti. Maşalarından birini aldı, potadai
alevlerin içinde yatmakta olan bir metal külçesini aldı ve Kabine Sekreteri’ne doğru fırlattı.
“Uvaaaaaaaaah!”
Kabine Bakanı umutsuzca geri çekildi ve külçe sert bir
şekilde yer edüştü.
“Seni
piç! Beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!”
Bunu görmezden gelemezdi, bir arkadaşı olsa bile.
Ancak Dökümcübaşı soğuk bir şekilde gülümsedi.
“Seni
öldürmek mi? Eh, öyle düşüneceksin tabi.”
Ardından uzandı ve yerdeki külçeyi aldı. Demirciler
genelde ısıya dayanıklı eldivenler giyerdi, ancak şaşırtıcı olan şey
Dökümcübaşı onlardan giymemişti. Böyle bir etki sağlayacak bir büyü eşyası da
giymiyordu.
Isınmış metali çıplak elleriyle kavradı.
Bu o kadar dikkatsizce saçma bir şeydi ki bu hareket bile
psikolojik olarak Sekreter’in,
yanık deri kokusu almasına sebep olmuştu. Dökümcübaşı, gözleri fal taşı gibi
olmuş Kabine Sekreteri’ne
doğru tükürükler saçarak konuştu.
“Isınmadı!”
“Ne,
ne dedin?”
“Bu
kahrolasıca şey bir damla bile ısınmadı!”
Farkına bile varamadan Kabine Sekreteri, kendisine doğru
fırlatılmış külçeyi yakaladı. Bir anlığına haşlayıcı bir ateş yaydığını
hissetti, ancak hiç de sıcak değildi. Aksine, şaşırtıcı bir şekilde buz
gibiydi.
“Bu...
Bu da ne?”
Bu oldukça mantıksız bir soruydu. Kabine Sekreteri’nin bilgisine göre,
ısıtılsa bile ısınmayan tanımına uyan sadece tek bir şey vardı. Bu yüzden de
soru sadece formalite olarak sorulmuştu.
Elbette, Dökümcübaşı’nın sonra söylediği sözler şüphelerini doğruladı.
“Bu,
o kahrolası namevtin bana verdiği külçe! Tüm gün boyunca ısıttım ama ısınmıyor
anasını satayım! Çekiçle dövdüm ama bir gram bile şeklini değiştirmedi! Üstüne
bir çizik bile atamadım! Bununla nasıl bir zırh yapayım lan ben?!”
“Kendisinin
bile işleyemediği bir metali sana verdiğini mi düşünüyorsun?”
“Öyle
olduğunu düşünmek isterdim. Ama şuna bak, aynı metalden yapılmış bir kılıç var!
Külçeyi onunla çizebiliyorum! “En tecrübeli zanaatkar” da ne demek lan?! Ben, bilmediği bir metale mal mal bakan
aptaldan başka bir şey değilim!”
Kabine Sekreteri, gergin Dökümcübaşı’nı nasıl rahatlatacağını
düşünürken zorlandı.
“O
zaman neden o namevte nasıl işlendiğini sormuyor...”
“Bilmedikleri
bir şeyi soran kişiler, sormayan kişilerden daha bilgedir. Böyle bir şeydi bu
laf değil mi? Haklısın. Geçmişteki cüceler de haklı. Ama... Benim tecrübelerim
niye var o zaman? Şu ellere bak.”
Zorla ellerini gösterdi. Bir zanaatkarın eliydi bunlar:
Kalın, sert ve eski yanıklarla kaplı. Herhangi bir zanaatkar bu ellerle gurur
duyabilirdi.
“Aptal
bir öğrenci olduğum zamanlardan beri metallere dokunurum. Şu ana kadarki
herkesten daha uzun zamandır bunu yaptım. Bundan dolayı da grubumdaki en iyi zanaakar olarak övünmem
oldukça doğal. Bunun sebebi de herkesten daha fazla çalışmam!”
Dökümcübaşı’nın suratı buruştu.
“Ben
hayatımı demirciliğe verdim. İmkansız diye bir şeyin olduğunu düşünmüyorum ve
her zaman, her metalin istenilen her şekle sokulabileceğini düşündüm. Amma da
salakmışım be! Haha! Kendimi nasıl da kandırıyormuşum. Bir kuyudaki küçük bir
kurbağadan ibaretmişim! Ve bir de kendime dahi falan derdim. Tam bir
aptalmışım.”
“Hayır,
tek yapman gereken baştan öğrenmek, değil mi?”
“Evet,
haklısın. Evet, çok haklısın. Her ne kadar bunu duymak kalbimi acıtsa da...”
Dökümcübaşı külçeyi elinde sıkıca kavradı.
Dökümcübaşının yüzünün tamamen boş bir hale dönmesi
Kabine Sekreteri'ni endişelendirmişti.
“Sorun
yok. Haklısın. Tek yapmam gereken baştan öğrenmeye başlamak. Peki, sen ne
yapıyorsun burada?”
“Ben
burada... Ne mi... Ah, unutmuşum. Namevt kral şehri terk etti. Yarın bir Konsey
toplantısı yapacağız, ben de seni almaya geldim. Ayrıca ründemircilerine de
müdahale etme.”
“Demek
öyle... Anladım. O zaman, yarın görüşürüz.”
Kabine Sekreteri hala huzursuzdu ama bunu dışa vuramadı.
Bedenindeki yorgunluk, ruhuna yayıldı. Dökümcübaşı büyük
ihtimalle iyi bir gece uykusundan sonra iyi olurdu. Bu açıklamayı kendine kabul
ettiren Kabine Sekreteri evine döndü.
Ancak, ertesi gün öğrendi ki Dökümcübaşı, külçe ile
birlikte kaybolmuştu.
